25 Kasım 2019 Pazartesi

DUYGUSAL ZEKA NEDİR?


Duygusal  Zeka Nedir?


Duygusal  Zeka Neden IQ’dan Daha Önemlidir?


Daniel Goleman’ın “Duygusal Zeka” kitabı ışığında, hepimizin yaşamını yoğunlukla çevreleyen duyguların ve duyguları doğru yönetmenin önemi ile birlikte yukarıdaki soruların cevabını paylaşmak istiyorum sizlerle.

Öncelikle Goleman’ın ifadesi ve en kısa şekliyle Duygusal Zeka’nın tanımını yapmak gerekirse; özbilinç, azim, dürtülerini frenleme ve  başkalarının duygularını paylaşabilme gibi özellikleri içeren bir zekadır, duygusal zeka dediğimiz.  Ve bugün pek çok araştırma bulgusu bu duygusal zekamızın bir üst yetenek olarak, öteki zihinsel yeteneklerimizi nasıl etkin şekilde belirlediğinin altını çizer. Bu kapsamda özellikle dürtü kontrolü ve iradenin kişiliğin özünü oluşturduğu vurgulanır. Akademik ve mesleki alandaki başarının ise sanılanın aksine IQ’dan daha çok duygusal zekanın kabiliyetleri ile mümkün olduğu görülüyor artık. Ve yine pek çok araştırma bulgusuna göre duygusal zeka yoksunluğu;  kişilerin aile yaşamından, mesleki başarısına, toplumsal ilişkilerinden, sağlık durumuna kadar bir çok alanda iyi da kötü sonuçlar doğurabiliyor.  

Dr Goleman’a göre bu duygusal zeka özellikle çocukluk döneminde alınan duygusal dersler ışığında belirlenip bireylerin yaşamı boyunca davranış ve tutumlarını belirliyor. Tam da bu yüzden kitabın arka kapağında da vurgulandığı üzere duygusal zekaya dair pek çok kaynak özellikle eğitimciler ve anne babalar tarafından titizlikle, gerekirse derinlemesine notlar alınarak okunmalı. Önemi idrak edilerek, yetiştirdiğimiz kişilerin IQ düzeylerinin gelişmesi için harcadığımız çaba kadar, duygusal zekalarını geliştirmek için de gereken çaba -belki daha bile çok- harcanmalı.

“Hayatın ilk dönemlerinde ufak ufak başlayan şeyler, zaman içinde büyüyüp gelişerek çok çeşitli sosyal ve duygusal beceriler halini alır.”



Duygusal  Zeka Neden IQ’dan Daha Önemlidir?

Bilindiği üzere akılcı ve duygusal olmak üzere iki beynimiz, iki ayrı türden zihin yapımız vardır. Hayatı nasıl yaşadığımız ve yaşayacağımız işte bu iki zeka türü tarafından belirlenir diyor Goleman.  Ve aslında akıl dediğimiz şeyin duygusal zeka olmadan tam olarak verimli çalışamayacağını ifade eder. Çünkü duygusal yeteneğin bir meta yetenek olduğunu; yani ham zeka dahil, var olan diğer yeteneklerimizi ne kadar iyi kullanabileceğimizin belirleyicisi olduğunu söyler. Fakat buna rağmen birinin diğerinden daha önemli olduğunu değil, ikisi arasındaki akıllı dengeyi kurmanın gerekliliğinden bahseder kitabında. “Eski paradigma duyguların çekiminden bağımsız bir akıl idealini içeriyordu. Yeni paradigma ise zihinle kalbin uyumunu sağlamaya zorluyor bizi.” İşte bu yüzden hangisinin daha önemli olduğu safsatasında boğulmak yerine tam bir denge ve uyum içinde duygularımızı zekice kullanmanın ne demek olduğunu daha iyi anlamamız gerekiyor. Empatinin, iyimser bakış açısının, umut etmenin ve öfke kontrolünün hakiki manada önemini kavramamız gerekiyor.

Kendini harekete geçirebilme, aksiliklere rağmen yoluna devam edebilme, dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilme, sıkıntıların düşünmeyi engellemesine izin vermeme, kendini başkasının yerine koyabilme ve umut besleme…  İşte bu gibi hayati duygusal yeterliliklerin –öğretmeye zahmet edersek- çocukken öğrenilip pekala geliştirilebileceğini söylüyor biz okuyucularına.

IQ ile ölçülen zeka , insanların okul ve iş yaşamındaki başarısını belirleyen yegane kriter midir?

Biz insanları doğadaki pek çok canlıdan ayıran asıl kabiliyetimiz düşünen beynimiz ve kuvvetli duygusal yanımız olurken nasıl olur da okul ve iş yaşamındaki başarımız yalnızca zekamıza bağlı olur?

Düşünün ki sıkı çalıştığınız ve mutlak suretle başarılı olacağına inandığınız bir sınavda annenizin hayatının son bulduğunu öğreniyorsunuz. Bu haberi aldıktan sonra bu sınavdaki sorulara odaklanabilmeniz ve gerekli başarıyı sağlayabilmeniz nasıl mümkün olur ki?

Ya da sırf yüksek düzeyde kaygı duyduğunuz için etkili şekilde çalışamadığınız, sınav esnasında da gereken zihin açıklığını bulamadığınız başarısız sınav deneyimleriniz olmadı mı sizin de pek çok kez?

Kaygının aklı zayıflattığını, iyi bir kahkanın ise yaratıcılık gerektiren sorunların çözümünde oldukça etkili olduğunu söylüyor Goleman. Yapılan bir araştırmada TV programlarındaki gafları, tekerlemeleri gösteren bir videoyu seyreden kişilerin, psikologların yaratıcı düşünmeyi sınamak için kullandıkları bilmeceyi çözmekte daha başarılı oldukları görülmüş. Bu testte kişilere bir mum, birçok kibrit  ve bir kutu raptiye verilerek, mumu yere damlatmadan yanacak şekilde mantar panoya tutturmaları istenmiştir. Bu problemle karşılaşan pek çok kişi “işlevsel saplantı”ya düşerek , nesneleri en alışagelmiş şekliyle kullanmayı düşünmüştür. Ancak komik filmi seyredenler, matematikle ilgili bir film seyretmiş ya da egzersiz yapmış olanlarla karşılaştırıldığında raptiye kutusunu kullanmanın başka bir yolunu keşfedip yaratıcı bir çözüme daha kolay ulaşmışlardır. Kutuyu panoya raptedip, mumu kutunun üstüne yerleştirmekten ibarettir bu çözüm.

Kansas Üniversitesi’nden psikolog  C.R. Synder ise duygusal zekanın önemine dair şöyle değerli bir çalışma yapmış:  Öğrencilerinden umut düzeyi yüksek ve düşük olanların akademik başarısını karşılaştırmış. Ve yine kabaca aynı düzeyde zihinsel yeterliliklere sahip olanlar arasındaki önemli farkı yaratan şeyin duygusal yetenekler olduğu görülmüş.  Synder’in açıklaması şöyle :”Umut besleyebilen öğrenciler kendileri için daha yüksek hedefler belirleyip sıkı çalışarak bunlara nasıl ulaşabileceklerini biliyorlar. Akademik başarı açısından eşit zihinsel yeteneklere sahip öğrencileri ayıran etken, yine umutlarıdır.”

Özetle; iyi gelişmiş duygusal becerilere sahip kişiler yaşamlarını daha doyumlu ve yüksek bir başarma kapasitesi ile etkili bir şekilde sürdürürken; duygusal hayatlarını doğru yönetmeyi beceremeyenler ne kadar üst düzey zekaya sahip olurlarsa olsunlar an olup da ufacık bir öfkenin gırdabına kapılarak tüm yaşamlarını etkileyecek büyük kayıplar içinde bulabilir kendini. Bu yüzden duygularımızı doğru yönetmeli. Bu yüzden duygusal zekası gelişmiş bireyler yetişmeli ve yetiştirilmeli.


5 Ekim 2017 Perşembe

BİR LOKMA BİR HIRKA


Bir lokma ve bir hırkayla yetinmeli mi insan?

       Kendine sunulanla ya da küçük bir çabayla sahip olabildiği ile doymalı mı insan?  Karnını doyurmak kadar basite indirgeyerek anlamlandırmayın meseleyi rica ediyorum. ‘Hayatın tüm mevcut olanaklarını alıp kullanmak ve dahası için çabalamamak’ ideal yaşam şekli bu mu olmalı yani? Potansiyelimize ve bize sayısız icat, bilim, ilim bırakanlara ihanet sayılmaz mı bu?

        Aza kanaat edersek eğer nasıl gelişebiliriz hiç düşündünüz mü? Evrenin bilgisi ile ilgili bu zamana dek ortaya konulanlar yeter desek, tıp alanında, sanayide, teknolojide bu kadarıyla yetinsek nasıl ilerleyebilir ki insanlık. “Kanaat etmek, yerinde saymak demek” görmüyor musun Ey İnsanoğlu! Bizi uyuşturmak, gelişmemizin önünde engel oluşturmak için uydurulmuş bu gibi argümanların kolaycılığına sığınmayalım.

         Bir lokma bir hırka sözünü bir dini öğreti gibi bize dayatanlara sesleniyorum. “İki günü eşit olan zarardadır”, demiyor mu Hadis-i Şerifte?  Gelişin, geliştirin, hayata katkınız olsun, üretin, demiyor mu?  Hem sonra yaratılmışların içinde en üstün varlıklar olduğumuz iddiasındayken; sadece doğanın bize sunduklarıyla  ve geçmişten gelen ilimle yetinmek nankörlük değil mi özümüze ve iddiamıza? İçimizde Tanrı’nın bize bahşettiği o yüce zekâ ve kabiliyetlerle tıpkı bu zamana dek çabalayarak ortaya konulmuş sayısız büyük iş ve icatların sahipleri gibi büyük işler ortaya koymamız icap etmez mi?

     Her birimizi, diğerimizden ayıran belki bedensel gücümüzdeki üstünlükle, belki zihinsel belki de ruhsal kabiliyetimizle, üstünlüğümüze yaraşır icraatlar yapmamız gerekmez mi? Potansiyelimizin hakkını vermeliyiz diyorum. Özümüzdeki enerjiye biraz olsun saygı duyuyorsak eğer bize sunulan sayısız nimeti hunharca tüketmeye ve bunun adına da ‘kanaat’ demeye devam etmek yerine üretmeliyiz diyorum. Potansiyelin, sahip olduğun gücün, bilgin ölçüsünde ister yalnızca kendine ve ailene yetecek kadar ürün ekip toplamayı; ister tüm insanlığın irfanına katkı sağlayacak kitaplar yazmayı, isterse gelecekte birçoklarının hayatını kolaylaştıracak teknolojik icatlar yapmayı becermelisin. İlla ki üretmelisin. Daha demeyi, sorgulamayı, araştırmayı ve harekete geçmeyi bilmelisin.

Not:

                 “Ve hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur. Ve her bilgi içinde eylem yoksa boşunadır. Ve her eylem içinde sevgi yoksa boştur. “       Halil Cibran                       

Bilgiye, eyleme ve sevgiye adananlara...           

                                                                                                                                                                                         

16 Eylül 2017 Cumartesi

CEMİL MERİÇ'E DAİR

      Cemil Meriç'i ve eserlerini hakkıyla anlatabilmek ve anlayabilmek biraz güç. Liyakat gerektiriyor o mütefekkirin ilminden nasip almak. Yine onun engin ilminden, üslubunun zenginliğinden, ele aldığı konuların derinliğinden bahsetmek de bir o kadar kabiliyet gerektiriyor.

      Gözünüz korkup da sakın arkanızı dönmeyin ama... Boyunuzu aşacağını düşünseniz de dalın bu irfanın derin sularına. O size derin sularla mücadele etmeyi de boğulmadan kıyıya varmayı da öğreten kılavuz olur. Ve kıyıya vardığınızda heybenizde biriktirdiklerinize şaşarsanız.

  Bu Ülke’den sonra Jurnal’in birinci cildini tamamladım geçtiğimiz günlerde. Okurken hissettiklerimi, öğrendiklerimi yukarıda da belirttiğim gibi anlatmaya bendenizin gücü yetmez. Ama dilim döndüğünce ve belki de haddimi aşarak kısaca söz etmek istiyorum burada Cemil Meriç’ten.

    Vaktiyle değeri anlaşılamamış şahsiyetlerden O. Kendi kaleminden dökülen Jurnal’inde hayatının buruk yanlarından öyle çok bahsediyor ki... Yaşadığı dönemde aydın olmanın güçlüğünden, cemiyet tarafından dışlanmasından, yıllarca yoğun emek vererek ortaya koyduğu Hint dünyasına dair araştırmalarının baskıya ve ilgiye layık bulunamamasından, çocukluğundan Jurnal'ini yazdığı yıllara kadar iç dünyasında yaşadığı tüm korku ve kaygılarından ve gözlerini kaybedişinin kendisinde yarattığı derin acılardan uzun uzun söz ediyor. 

     Okudukça şaşıyorsunuz. Bugün hayranlıkla ve saygıyla birçok insanin andığı bu değerli şahsiyet, vaktiyle ne elemler içinde kıvranmış şaşıyorsunuz. "Şöhretim evimin sınırlarını aşmıyor. Ve okuyamıyorum yani kader dört elle sarıldığım oyuncağımı da aldı elimden" diye yakınıyor. "Oynadığım bütün oyunları kaybettim. Belki acılarımdan başka büyük bir tarafım yok.", diyor kendisi için. Okudukça acılarından güç buluyorsunuz sonra... Ömrü boyunca yolunda gitmeyen sayısız zorluğa, biyolojik engellerine, cemiyet tarafından dışlanmasına rağmen hiç vazgeçmeyişi, okumaya, üretmeye devam edişi, şahsiyetli duruşu ilham oluyor okuyana... Kâh kendi ruhsal çöküntülerini bir psikolog edasıyla çözümlemesini ve vakur duruşunu okuyorsunuz, kâh en ağır buhranların içinde kaybolup aczini haykırışını... Tıpkı bugün pek çoğumuzun yaşadığı medcezirler gibi yani... 

      Güçlü ve gerçek bir aydın olduğu iddiasından uzak ilmini kusuyor sonra sayfalarca... Hayran oluyorsunuz ufkuna, davasına adanmaya hazır duruşuna, okuduğu sayısız kitaba, çevirileri için verdiği emeğe, tüm aşağılamalara, reddedişlere rağmen, doğuyu/Hint’i bu denli derin araştırma arzusundan vazgeçmeyişine, ilmi yüceltmesine kısaca dehasına ve azmine hayran oluyorsunuz... Kitaplarında kurduğu her cümleye ait kelimeleri büyük bir özenle ve hatta kendi deyimiyle: "mecnunane bir titizlikle" seçmesine gıpta ediyorsunuz.

      Ve dahası gözü pek, gerçek bir aydının elinde meşalesiyle karanlıkları korkusuzca çiğneyişine ve herkesin yoluna ışık olma çabasına alkış tutuyorsunuz içten içe. Sesi soluğu yol göstericiliği hep ensenizde olsun istiyorsunuz. Hiç durmadan satırların altını çiziyor, söylediklerini sürekli bir yerlere not etme ihtiyacı hissediyorsunuz. Ve tıpkı kendisinin, kendisini işin içine katmayarak ifade ettiği gibi: anıta, olaya, kitaba dönüşmesini izliyorsunuz…

      “Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır; dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar. Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler. Bir fikre, bir davaya adarlar kendilerini; anıta, olaya, kitaba dönüşürler. Ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır. Ruhları doğa gibi verimlidir ve doğa gibi ölümsüzdür. “
                                                                                                                 22.7.1955 Jurnal


İşte O, anıta, olaya, kitaba dönüşenlerden… 



BİR DÜNYANIN EŞİĞİNDE


Cemil Meriç’in Bu Ülke ve Jurnal’inden sonra sıradaki hedefim 48 yılını gömdüğünü söylediği; düşüncesi, şiiri ve felsefesiyle Hint Edebiyatı ve uygarlığını işlediği kitabı “Bir Dünyanın Eşiğinde” 

       Jurnal'inde öyle bir anlatıyor ki Hint'i, okumaktan geri durmak ne mümkün... İnsanlığın irfan ve idrakine istikamet veren iki yaratıcı millet vardır, diyor. Biri Hint diğeri Yunan... Ve ekliyor; "İnsana kendini bulduracak büyük terkibe ancak Hint sayesinde varabiliriz." Avrupa'nın 18. yy.dan beri kanmayan bir susuzlukla Hint'in fikir ve şiir kaynaklarından ilham aldığını söylüyor. Peki ya biz neden almayalım? Neden yüzümüzü biraz da köklerimize Doğu’ya dönmeyelim. Avrupa irfanının kaderini değiştiren Hint'in fethidir diyor Cemil Meriç. Ona göre, Batı'yı anlamanın yolu yine Doğu. "Çağdaş Avrupa'yı ancak Asya medeniyetlerinin ışığında bütün heybet ve zaaflarıyla görebiliriz." Öyleyse Hint'i tanımak zorundayız...

12 Eylül 2017 Salı

BAŞARI BİLGESİ KİTABINDAN NOTLAR

    Geçtiğimiz aylarda Mümin Sekman'ın 'Başarı Bilgesi' adlı kitabını severek ve dolayısıyla oldukça kısa bir zaman diliminde okuyup bitirmiştim. İçinde bilge ve başarılı bir kişi olmanın yollarına dair bir kenara not etmeye değer sayısız öğreti, motivasyon sözcükleri ve etkili aforizmalar bulmuştum. Fakat vaktiyle buraya aktarma fırsatı bulamamışım maalesef, geç farkettim.
 
    İşte bu değerli kitap yazarı Sayın Sekman'dan, kendimce kayda değer bulduğum bazı notlarımı paylaşıyorum aşağıda. İlgilenenlere keyifli okumalar...

    
    Alturistik (özgeci) davranış tanımı içine giren faaliyetler, yani kişinin kendinden bir şeyler feda ederek diğerlerine yardımda bulunduğu davranışları onu 'başarılı birey' konumuna taşır mı sizce?

      Ya da şöyle soralım: Öncelikle kişinin kendi yararına olan mı, yoksa kamu yararına olan mı 'başarılı' nitelemesine layıktır?

Soylu Başarı

    "Kendinden daha güçsüzlerin yararı için kendinden daha güçlülerle mücadele ediyorsan, bu uğurda kaybedeceklerin kazanacaklarından daha fazla olduğu halde yolundan dönmüyorsan, başardığın işin başkalarına olan faydaları sana yararından fazlaysa sen 'soylu bir başarı'  peşinde koşuyorsun demektir."

İşte böyle tanımlamış Che Guevara soylu başarıyı, peki ya sizce?  Önce birey mi toplum mu ? Önce ben mi yoksa biz mi...?

...

Bir başka mesele; Hayır diyebilmeyi ve gizemli olmayı ÖĞREN!

Warren Buffeat " Başarılı insanlarla çok başarılı insanlar arasındaki fark, çok başarılı insanların hemen her şeye HAYIR demeleridir." diyor. Fakat acaba çok başarılı insanlar, ancak çok başarılı olduktan sonra, birçok şeye 'hayır' diyebilmeye başlamış olabilirler mi ? Ya da sizce gerçekten de bir çok şeye 'Hayır' diyebilmiş olmaları mıdır onları bu denli başarılı kılan ? Kanımca tartışmaya açık bir mesele...

Peki gelelim ara başlıktaki bir başka kavram olan 'gizemli olma' düsturuna...

      "Yeniliğin yarattığı hayranlık, başarılarınızın değerini artırır. Kartlarınızı açık oynamak hem yararsız hem de yavandır. Kendinizi hemen ifşa etmezseniz beklenti uyandırırsınız.
    Her şeye bir gizem katın, gizem saygı uyandırır. Açıklama yaparken çok net olmayın. Sıradan konuşmalarda en gizli düşüncelerinizi sergilemeyin. İhtiyatlı suskunluk, dünyevi bilgelikler arasında en kutsal olanıdır. İnsanların sizi merak etmesini sağlarsanız, ilahi yoldan gidiyorsunuz demektir."  
                                                                                                         Baltasar Gracian
...

'Eylem ödevini erteleyenler'den söz etmiş bir de Mümin Sekman:

-Bilsem böyle yapmazdım.
-Yapacak olsaydın bilirdin.

Üstüne laf söylemeye gerek var mı?
...

"Hayat okulunda ya akılla öğrenirsin ya da acıyla, ya nasihatle öğrenirsin ya müsibetle. Akılla öğrenmeyi reddettiğin şeyleri acı çekerek öğrenirsin"

Bu sözün hangi konuyla ilişkili olduğunu hatırlamıyorum, siz kendinizce ilişkilendirin...

...

Yine kitapta yer bulan Seneca'nın bilgelik ve felsefe üzerine sözlerini aktarıp yazımı sonlandırıyorum.

"Bilgelik her insanın harcı değildir ve gösteriş olsun diye icat edilmemiştir. Kendini sözlerde değil, eylemlerde gösterir. Günleri biraz hoş geçirmeye, boş vakitlerin sıkıntısını gidermeye bakmaz. Ruhu yoğurup biçimlendirir, hayatı düzene oturtur, davranışlara çekidüzen verir, yapılması ve yapılmaması gerekenleri gösterir. Yaşamın dümeninde oturur ve belirsizlikler içinde dalgalanan insanlara kılavuz olur. Felsefe olmadan hiç kimse güvende olamaz. Günün her saati, akıl almamızı gerektiren binlerce olaya gebedir ve bu aklı bize verebilecek olan tek merci felsefedir."

Bilgece yaşayın, işte bu insanoğlu için en büyük başarı...

29 Haziran 2017 Perşembe

Neye Dönüşmek İstiyoruz?

        Ticaret olanaklarımız geliştikçe, bilimsel verilerimiz, daha çok şeyi himaye edebilecek gücümüz arttıkça bencilleştik, yozlaştık. Bilimi başka canlılar üstünde egemenlik kurma aracı, ilmi ise doğayı sömürü aracı olarak kullanmayı seçtik. Geliştikçe, insanları köleleştirdik, doğayı hırpaladık; hayvanları doğalarına, duygularına hiç de uygun olmayan koşullara esir ettik, kötüleştik, zalimleştik. Dahası yaratılmış olana saygımızı yitirdik ve kimse de bunun hesabını sormuyor.

    Soruyorum bazen kendime; tüm dünyanın, hatta tüm kainatın insanlığa hizmet için var olduğu yanılgısı nereden de çıktı sahi. Neydi insanoğlunu bu kadar yücelten bu abuk düşüncenin kaynağı. Yaratılmış her şeyi hunharca sömürme hakkını biz insanlara kim verdi? İnsanı onurlandıran bu düşünce, nasıl da insanı böyle canileştirebildi. İnsan, etrafındaki her şeyi sınırsızca tüketmek için mi varolmuştu o zaman. Bu muydu yani insanın anlamı, yaratılış gayesi ! Milyonlarca insan, koskoca gezegende var olan tüm muntazam kaynakları 60-70 yıllık ömründe olabildiğince bollukta ve kendinden başka diğer tüm canlıları umursamadan tüketsin diye mi var olmuştu yani ! Bu muydu yanı tüm kainatın yaratılma amacı, gerçeği ve gizemi...

     Sizce de bir tuhaflık yok mu yolumuzda... İnsanlık anlayışımızda, çevremizde olup bitenlerde...
Bunca merhametsizlik içinde, sorumluluk duygusundan bihaber, salt kendi isteklerimizin peşinde yaşıyorken, 'neye yarıyorum?' diye soruyor muyuz hiç kendimize. İsteklerimizin kölesi olmuş bu esaret hayatımızda insanlığımızın kime ne faydası var ya da olacak?...

      Bizi sığlaştıran, yozlaştıran tüm kalıplarımızın dışına çıkarak; dinsel, ırksal ayrımlarımızı, tüm cinsiyet rollerimizi bir kenara bırakarak sormayı becerebilirsek eğer, evrende var olan her şey ile nereye doğru gidiyoruz? Yönümüz neresi? Neye dönüşüyoruz? Neye dönüşmek istiyoruz? Ya da hepsini boşverin ve asıl şu soruya odaklanın "Neyi istiyoruz?"

     İstediğin para mı, güç mü, itibar, şan, şöhret, başarı... Hangisi? Ben söyleyeyim istediklerimiz yalnızca kendimiz için iyi olan her şey. Başkaları için kötü olma pahasına dahi kendimiz için iyi olan ne varsa her şey... Velhasılı bencil yanımıza çalışıyor hep ihtiraslarımız. Tekamül edemiyoruz dolayısıyla. Kendimizin en iyi versiyonları haline gelemiyoruz. Dönüşemiyoruz.

       İnsan, bencillik üzere var olmamıştır ki. Madem bunca insan ve canlı bir arada yaşamak zorunda bırakıldık, ben diye bir şeyin insanın tekamül sürecinde yeri olmadığına inanıyorum. Herkesle, yaratılmış her şeyle bir olmadıktan sonra, iyilik yok, insanın olabileceği en iyi hali yok, yaratılmış her şeye sığınak, korunak, iyilik yok...

     Öyleyse çabalamalı. Hep daha iyisi için, insanlık için, yaşam için...Kendini zengin olandan eksik, fakir olandan fazla görmeden; siyahtan, Yahudi'den ayırmadan, balıktan, yosundan daha değerli görmeden yaşama katılmalı.

     Tüm evrenin ilmine, bilimine olabildiğince vakıf olmaya çalışarak ve bu öğrenmeleri tekil faydadan, tümel fayda yoluna hizmete harcamalı. Sorumluluk bilincimizi, kısa vadeli iş, aile hedeflerimizden öteye taşıyarak; doğmamış nesillerin yararlanacağı kaynakların korunmasından, evimizin önündeki kedinin karnının tokluğuna kadar derinleştirmeli.

     Bilimin, siyasetin ilgilendiği her şeyin dışında yalnızca insanlık için üretmenin, ideolojiler geliştirmenin de dışında daha evrensel idealler peşinde olabilmeli. "Bu koskoca evrene  bakıp,  bu büyüklüğün içinde benim küçücük hayallerimin, hedeflerimin ve tasarruflarımın kime ne faydası olabilir ki" demeden... Bugün yaptığın basit bir seçimin sen öldükten yüzlerce yıl sonra dahi birilerine fayda ya da zarar verebileceğini hep belleğinde tutarak yaşamalı.

   Koca bir ömrü ayrıştırarak, sömürerek, sorgusuzca ve bencil isteklerinin emrine vererek heba ettiğin yeter Ey İnsanoğlu. Artık öğreneceksin, uygulayacaksın, Evrene saygı duyacak, koruyacak, kucaklayacaksın.


26 Mayıs 2017 Cuma

KENDİNİZE BİR İYİLİK YAPIN VE ORUÇ TUTUN

   
     Bugün bir çoğumuz, kontrolsüzce tükettiğimiz gıdaların içindeki tarımsal ilaç atıklarının, gdo'ların vücudumuzda birikmesinden ve fazla yediklerimizin yağ olarak  depo edilmesinden dolayı hastalıklarla boğuşuyoruz. Kronik hastalıklar, kalp yetmezliği, diyabet...vs almış başını gidiyor. Modern tedavi yöntemleri ise yalnızca hastalıkların semptomlarını gidermeye yarıyor. Uzun vadede şifalanmak için modern tıp tek başına yeterli gelmiyor.

    Bedenimizi bu hastalıklardan, daha doğrusu hastalıklara neden olan toksinlerden, ağır metal kalıntılarından temizlemenin yolu nedir o halde?

Tabi ki onu arındırmak, yani yememek.

     Vücudun kendini temizlemesi ve yaşam gücünü yeniden oluşturması için
 en etkili yöntem oruç. 

      "Yemekten kaçınmak, vücudun doğuştan sahip olduğu detoks mekanizmalarının tam kapasite aktive olmasını ve bağışıklık tepkisinin yüksek vitese geçmesini sağlar." diyor Daniel Reid. Oruç tuttuğunuzda, normalde vücudun sindirim için harcadığı enerji, sindirim sistemi hiç atık üretmediği için, 'hastalıkları sindirmek' için kullanılır, diye de ekliyor. Yine orucun aynı zamanda büyüme hormonunu tetiklediğini ve bu hormonun tüm vücudu dolaşarak hasarlı dokuları onardığını, hayati fonksiyonları canlandırdığını ve tüm sistemi gençleştirdiğini söylüyor "Detoks" kitabının yazarı.

Ruh ve zihin iyiliği, beden iyiliğinden geçer.

     Eski bilgeler; kirli kan ve dokuların, vücutta hastalıkların ve  bozulmanın gelişimi için uygun ortam sağlamakla kalmayıp aynı zamanda insan ruhunun ve zihnin de bozulmasına yol açtığını söylerler. Onlar, insan bedeni ile zihninin ve ruhunun durumları arasında ayrılmaz bir bağlantı olduğunu çok öncelerden fark etmişler. Bu yüzden ruhsal gelişimin ilk adımı olarak, yine vücudun arındırılmasını gerekli görmüşler. Vücudun arındırılması içinse orucu önermişler.

     Batı medeniyetinin temellerini atan flozoflardan Platon, Aristoteles ve diğer Yunanlı flozoflar fiziksel sağlıklarını iyileştirmek ve zihinsel güçlerini artırmak için düzenli olarak oruç tutarlarmış. Pisagor, derslerine girmeden önce tüm kıdemli öğrencilerinin 40 gün boyunca, vücutlarını ve zihinlerini arındırmak için oruç tutmalarını şart koşarlarmış.

Oruç birçok inanışta önerilmiştir.

      Hindu yogiler, Budist keşişler, ve Taoist münzeviler binlerce yıldır canlılıklarını geliştirmek ve hayatlarını uzatmak için oruçtan yararlanmışlar.

      Hristiyanlık inancına göre, Hz İsa şöyle buyurmuştur: "Kendinizi yenileyin ve oruç tutun. Ormanın ve tarlaların temiz havasını arayın ve orada onların orta yerinde havanın meleğini bulacaksınız." Biz müslümanların inancına göre ise, oruç tutmak yine sıhhat bulmaya vesiledir. Hatırlayınız şu hadis-i şerifi: "Oruç tutunuz ki sıhhat bulasanız."

     Yunan yazarlardan Plutarkhos ise: " İlaç yerine bir gün oruç tutun." der. Bugün birçok  hekim de,  kanser hastalarının tedavisi için 40 günlük oruç programları önermeye başladı.

     Sizler de; çeşitli sağlıklı yaşam kitaplarında, medyada bu konunun önemine dikkat çekmeye çalışan hekimlere kulak verin. Adına ister fasting, ister detoks, ister oruç diyin ama mutlaka vücudunuza bu iyiliği yapın. Bedenen, ruhen ve zihnen tam bir arınma ve iyiliğe erişmek dileğiyle...








16 Mayıs 2017 Salı

İYİ BİR HİKAYEN VAR MI ?

      Tarih öncesi dönemlerde toplumsal örüntülerdeki değişimler, yüz binlerce yıl sürerken ve bu değişimler çoğunlukla genetik mutasyonlara bağlı iken günümüzde ortalama yirmi-otuz yılda bir radikal dönüşümler yaşanabiliyor. Nedir bunun sebebi hiç düşündünüz mü?

    Değişimi mümkün kılan, kitleleri peşinden sürükleyen, kutsal değerler yaratan, inançları değiştiren, yeni kültürler, toplumsal modeller oluşturan günümüz insanının hangi maharetidir sizce?

    Elbette ki 'kurgu yaratma becerisi'. Yani hikayelerimiz. Yanıtı ben vermiyorum. Bilim insanları öyle söylüyor. "Günümüz modern insanını (homo sapiensi) arkaik insandan ayıran temel fark onun kurgu yaratma becerisidir", diyorlar.

     Ülkeler ticaret yapacağı ya da diplomatik anlaşmalar yapacağı ülkeleri seçerken, din adamları belli öğretiler etrafında insanları toplarken ya da bir ordu komutanı askerini savaşa hazırlarken hep bir hikayeden güç alır. Ya da parti liderlerinin seçim vaatleri, bildiğiniz üzere hep bir hikayedir. Hikayesine inandığımız parti liderine oy veririz. Ortak bir hikayemizin olduğu ülkelerle güvenli bir bağ kurar, hikayemizin olmadığı ülkelere karşı mesafeli dururuz. Kutsal hikayelerimize dayanarak din seçer, bizi millet yapan hikayemize dayanarak da milletimiz için savaşırız.

    Yani demem o ki; insanların birbirleriyle etkili iletişim ve işbirliği kurabilmesinin, çaplı ticaretler, büyük ortaklıklar vs gerçekleştirebilmesinin, toplumsal dönüşümlerin, değişimlerin tek yolu işte bu hikayelerdir. Fakat unutmayalım ki, mesele hikaye anlatmak değil, hikayeye inanılmasını sağlamaktır.
 
    Bize okulda şu öğretildi: Yeni bir şirketin kurumsal kimliğini oluştururken o şirketin vizyon ve misyonunu tayin etmekten daha evvel hikayesini oluşturun. Zira ancak inanmaya değer bir hikayesi olan gelecek vaad edebilir. Ve ancak o zaman etkileyici bir vizyonu olabilir, doğru misyonlar yüklenebilir.

  Hikayesi olan kazanırdı vesselam.

  Hikayesi olan inanmaya değerdi.

  Hikayesi olan dönüşebilirdi.

  Peki ya senin hikayen ?