16 Haziran 2016 Perşembe

BİR KELİME, BİR CÜMLE ...

Okumak:  Yalnızca gazete, kitap, dergi değil… Hayatı okumak…  Yaşadığın her olayda sana gelen mesajları okumak. “Hayat bugün bana ne öğretmek istiyor” farkındalığıyla her şeyi okumak..

Peki Hayat : Her zorluğa rağmen yaşamaya değer …

Yazmak: Arınmak için. Kendini anlatma fırsatını kendine tanımak için. Daha iyi cümleler kurabilmek için, kendini eleştirebilmek için, kendine itiraflarda bulunarak yenilenme fırsatı bulabilmek için…

Güzellik: Gördüğünde değil kesinlikle  bakan gözde…

Güzel konuşmak:  İyi bir diksiyona sahip olmak önce kendine güvenmek için, insanlarla iyi iletişim kurmak ve başarılı bir iş hayatı için belki de şart…

Güzel Koku: Arkanda güzel çağrışımlar bırakmak ve iyi ilişkiler kurabilmek için zaruri.

Gülümsemek: Hayatın en temel mutluluk sırrı, hayattan sana her gelene gülümsemek. Zorlukların layıkıyla üstesinden gelebilmek için bir nevi güç kaynağı…

İyi giyinmek: Tutku haline gelmediği sürece gerekli. Yeni olmak zorunda değil ama temiz olmak zorunda. Şık ve uyumlu olmak zorunda.

Vakit: Hala vakit varken üretmeli. Vakit varken hayallerin peşinden gitmeli. Vakit varken ertelemek niye ! Tembellik niye !

Sağlıklı Yaşam: Kendini iyi hissetmek için, gençlik için, enerjik bir yaşam için, her şeyin başı olan sağlık için…

Şükür: Kendinden yüksek olana değil, kendinden aşağıda olana baksa insan ne çok şükrederdi kimbilir.  Sağlığa şükür, gençliğe şükür, yatağında ölüm bile şükür sebebi aslında…

Hedefler: Hayatı doğru yaşayabilmemiz için her gün kendimize hatırlatmamız gereken… Yolu bulabilmek için, yolda kaybolmamak için…

Sevmek: Kalbin, ruhun gıdası... Önce özünü, sonra sana verilen hayatı sevmeli. Ve sonra yanındakileri, yanında olmak isteyenleri... 


Sevilmek: Huzurun başlangıcı… İnsanın ekmek gibi, su gibi birincil ihtiyaçlarından.

Dua: Terapi, Her şeyin güzel olacağına sonsuz inanç duyabilmek için... İnanmanın manevi gücünü ve lezzetini tadabilmek için...





13 Haziran 2016 Pazartesi

İLETİŞİMİ ANLAMAK

“Gösteri, gösteriş ve teşhirciliğin egemen olduğu; sürüleştirilen modanın bireysel tercih sanıldığı; çıkar ilişkilerinin özü tanımladığı; şiddeti ve vahşeti yaşatanların şiddeti ve vahşeti kınadığı; kötünün, yanlışın ve sahtenin iyiyi, doğruyu, gerçeği tanımladığı; insanları yoksun ve yoksul bırakanların insan hakları şampiyonluğu yaptığı bir çağda yaşıyoruz.

Bu çağa uygun olarak, iletişim konusu imaj yapma, vücut dili, etkili iletişim, iletişimsizlik, iletişim çökmesi ve empati gibi moda kavramlara indirgendi. Egemen çıkarları başarılı bir şekilde gerçekleştiren bu işlevsel ve güçlü şarlatanlık, bireysel çıkar, beyin yönetimi ve gündem belirleme yoluyla okullarda bile baskın oldu. Bu kitap insanın fiziksel ve sosyal varlığını üretmesinin zorunlu koşulu olan iletişimi incelerken bu baskın sahteyi ve toplum gerçekliğini irdelemektedir.


Okuyucu, bildiği sandığı yaşananı ve tanımadığı kendini bulacaktır okurken, şaşıracaktır.”

Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN   

Üniversitemiz Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin  şüphesiz en kaliteli öğretim üyesiydi Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN. Gerek siyasilerin, gerek kurumların ve gerekse kişilerin Halkla İlişkiler çabalarını, bugün anlatılan popüler şekliyle değil, kapitalist sistem döngüsü içinde nasıl acımasız oyunlarla gerçekleştirdiklerini tüm çıplaklığıyla gözler önünde sererdi. "İletişimi Anlamak" adlı kitabının arka kapağından alıntıladığım yukarıdaki satırlar da değerli hocamızın iletişimi ele alış biçimindeki özgünlüğünü yeterince ifade ediyor sanıyorum. Nacizane görüşüm, bu kitap iletişimi bilinen kalıpların dışına çıkarak anlamaya çalışan herkesin muhakkak incelemesi gereken bir kitap...


12 Haziran 2016 Pazar

SİNEMA ASLINDA NEDİR?

Sinema hiç görmediğiniz hayatlara uzatmaktır elinizi. Tarihin en derinine gömülmüş yaşamlara dokunmak, tutup çekmektir gün yüzüne… Gelecek zamanın seslerini işitmek ya da mevcut zamanın farklı kültürlerine ait gibi hissetmektir.

Hayata bir de başkasının gözünden bakmaktır… Hiç göremeyeceğiniz geçmişi ya da erişemeyeceğiniz geleceği içindeymiş gibi yaşamaktır. Uzanamadığın hayatlara dokunmak, unuttuğun duyguları yeniden yudumlamaktır. Oyuncuyla bir olmak onunla ağlayıp gülmektir…
Geçmişinde kalmış anılarına yürümektir mesela. Küçücük bir sahnenin içinde hatıralarında kalmış ilişkileri hatırlamak, uzun zamandır yaşamadığın güzel duyguları yaşamaktır… Eski aşklarını anımsayıp, duygulanmaktır… Ya da iş hayatının koşturmacasından ve sorumluluklarından sıyrılmak için soluğu bir komedi filminde alarak kahkaha atmaktır hayatın tüm trajik anlarına inat…

Sinema’nın her bir sahneyle izleyiciye ilettiği onlarca tema ve tattırdığı yüzlerce duygu vardır. Saygıyla bakın perdeye bu yüzden… Kahramanların giydikleri kostümlerde geçmişi arayın, oturdukları koltuklarda tarihin izlerini görün. Belki gerçekte hiç şahit olamayacağınız manzaraları görebileceğinizi unutmayın film karelerinde. İngiliz kraliyet ailesinde yetişen bir çocukla, ülkesi işgal altında olan bir çocuğun yaşam tarzındaki farklılara açın gözünüzü…

Bu yüzden ufkumuzu açar işte bu renkli perde. Bilmediklerimizi gösterir ya da asla ulaşamayacağımız hayatların içine koyuverir. Titanik’i izlerken sen de üşürsün, sevdiğinin elini denizin dondurucu soğuğuna rağmen bırakmayan film kahramanıyla ve onunla beraber boğulursun derin sulara.


Ancak hiç de kolay değil bu duyguların yaşatılması ve kültürlerin beyaz perdeye aktarılması… Tek bir sahne için günlerce düşünülür, yazılır çizilir… Aylarca araştırılmalar yapılır üzerine. İşte bu yüzden değer verin emeğe… İzleyerek destek olun kültürün en iyi taşıyıcısı olan sinema filmlerine… 

SON MODA MUTLULUK

Yeni trendleri giyim kuşamımızdan, konuşma şeklimize, bulunduğumuz mekânlardan oturduğumuz mobilyalara varana kadar hayatımızın birçok yerinde dikkatle takip ederek hayatımıza uyguluyoruz. Uygulama noktasında da hiç olmadığımız kadar titizlik gösteriyoruz.

Moda olan bir şarkıdan bi haber olmaktan, demode giyinmekten yılandan korkar gibi korkuyoruz. Ola ki es kaza birileri tarafından demode olan bir şeyi tercih etmekle suçlanıyorsak vay halimize! Moda olanın üzerimizde olan baskısı bizi toplumdan dışlanma korkusuna öylesine mahkûm etmiş durumda ki modanın girdabının içine maddi manevi sürükleniyor ve o girdapta hızla savruluyoruz.  Peki moda olanı uygulama durumu için neden mi savruluyoruz, sürükleniyoruz tabirlerini kullanıyorum? Çünkü modanın dayattıkları dışında kalan, kendimize ait güzellikleri görmezden geliyoruz. Değerlerimizi ve kendimize olan inancımızı savuruyor ve böylece savruluyoruz. Moda olanı giymezsek güzel olamazmışız gibi lanse ediliyor ve biz de bu güzelliğin kölesi olarak yaşıyoruz.

Reklamların dayattığı moda kültürü isteklerimizi ihtiyaç haline getirmeyi öyle iyi beceriyor ki hava gibi su gibi arıyoruz bize dayatılan emtiaları. Olmazsa olmazlarımız arasına koyuyoruz ve bu yüzden moda olanı almak için canla başla çalışıyoruz. Çünkü mutluluğun tek şartını; moda olanı giymek, o son model arabayı kullanmak, en son tasarım mobilyalarda oturmak sanıyoruz. Ya da öyle sanmamızı sağlıyorlar…

Mutluluğun ölçütünü bunlara sahip olmak sandığımız için ailemizden ve hatta kendimizden ödün vererek gece gündüz demeden çalışıyoruz. Ve nihayet çalışma azmimiz sonucu elde ediyoruz mutluluğu! Ta ki satın aldığımız mutluluk demode olup yeni moda olanı almamız dayatılana kadar…
Çalışarak moda olanı alıyormuşuz gibi anlatıyorum ama mutluluğun satın alma yolu olarak daha acı bir yöntemi daha var aslında. Nedir mi o? Tabi ki taksitli alım…
Sürekli üreten, ürettiğini pazarlamak için ürettiği mal ya da hizmete olmadık anlamlar yükleyerek ihtiyaç haline getirenler sağ olsun, bizleri düşünerek(!) mutluluğu satın almamızı kolaylaştıracak taksit yöntemini de üretmişler. Ancak alıcının taksitler bitmeden elindekinin demode olacağını hesaba katmayacağını da iyi bilmişler.

Birileri yeni mal ya da hizmeti bizim için üretirken biz sadece tüketiyor muyuz peki? Elbette hayır! Bizler de gerçek mutluluğumuzu tüketiyoruz. Bizler de ailemize ve kendimize ayırmamız gereken vakti moda olanı satın alabilmek için çalışmakla harcıyoruz. Harcarken harcanıyoruz… Peki çözümü nedir mi?


Unutmayın bizler özümüzle değerliyiz;  giydiklerimizin markasıyla, modasıyla, kullandığımız son model arabalarla değil… Gerçekte sizi mutlu edecek olansa satın aldıklarınızla elde ettiğiniz mutluluk değil, özünüzdeki değeri açığa çıkardığınızda elde ettiğiniz mutluluktur. Üstelik bunun takside de bedel ödemeye de ihtiyacı yoktur. Sadece gereken biraz daha bilinçli ve duyarlı olmaktır …  

YENİ KAOSUMUZ SOSYAL MEDYA

Medyanın kitle iletişiminde olan etkisi elbette tartışmasız bir gerçek. Fakat yıllardır 4. Güç olarak nitelendirilen medya, bugün etkin mecra alanı açısından boyut değiştirmiş durumda. Eskiden kitle iletişimini sağlayan TV’nin renkli dünyasının büyüsüne kapılmış insanlar, bugün artık internet üzerinden kurduğu ya da kurguladığı profillerine bağımlı yaşıyor. Yalnızca kişiler değil, kurumlar da sosyal ağlar üzerinde kullandıkları profilleri ile kurumsal kimliklerinin altını çiziyor. Tabi altını çizmek isterken üstünü çizmesi de pek âlâ mümkün.

Sosyal medya derken aslında kontrolsüz bir iletişim sürecinden söz ediyoruz. Herkesin bilgiyi; kolay, hızlı ve doğru ya da yanlışlığı kimse tarafından sorgulanmadan paylaşabildiği bu sosyal mecralar çoğu zaman iletişim hatalarıyla dolu. Bilgileri kimsenin denetlemesine gerek kalmadan paylaşan kişiler, asparagas haberlerle bu mecralarda gündem belirleyici pozisyonunda olabiliyor. Hâl böyleyken birileri kişisel olarak adınızın ya da ait bulunduğunuzu kurumun ismini sosyal ağlarda yerden yere vuruyor veyahut övgülerle yere göğe sığdıramıyor olabilir. Bu yüzden eğer kamuoyu tarafından nasıl algılandığınızı önemsiyor ve buna yönelik bir takım çalışmalar yürütüyorsanız, bu kanallar nezdinde de iletişiminizi yönetmeniz de fayda var.

Siz kurumunuz için olağanüstü projelerle ses getirmeyi planlarken, proje dâhilinde çalışanların sosyal medyadaki takipçilerine fısıldayacağı bir yanlışınız bir anda başarılı sonuçları olabilecek projenizden çok, hatanızın konuşulduğu bir gündem oluşturabilir. Artık itibarınızın güçlenmesi ya da sönmesi mevcut düzende işte bu kadar kolay.

Eğer bir gün iş toplantısı için erkenden gittiğiniz bir mekânda eskilerden bir arkadaşınızla karşılaşırsanız, arkadaşınıza orada oturup kahve içmeyi teklif etmeden önce bir kez daha düşünmelisiniz. Malum, yeni medya düzeninde dedikodunun online hali söz konusu. Ola ki orada kahve içme gafletine(!) düşerseniz siz henüz kahvelerinizi bitirmemişken, sizi gören herhangi bir kişi, sosyal ağlardaki takipçileriyle bu durumu görüntüleriyle beraber paylaşarak dedikodunuzu çoktan tüketebilir. Çünkü sosyal medya siteleri, gerçek ve lüzumlu bilgi paylaşımı açısından işlevselliğinden çok, dedikoduyu etkinleştiren bir araç konumunda. Artık kişi ya da bir olaya dair edilen dedikodular ağızdan ağza değil de online ağlar üstünde aleni olarak yapılıyor.

İşte bu yüzden gerek kurumsal kimliğinizi gerekse kişisel algınızı yönetmek adına çalışıyor ve yıl içinde faaliyete geçirmek istediğiniz güzel işlerin iletişim planlarını özenle yapıyorsanız, sosyal medyanın etkinliğini de göz ardı etmemelisiniz. Bu mecralara yönelik profesyonelce gerçekleştireceğiniz iletişim çabalarınız, sizlere hem maddi hem de manevi olarak güzel kazançlar sağlayacaktır. İhmaliniz ise büyük kayıplara sebep olabilecektir. Sosyal medya dediğimiz dünya, işte bu kadar ince bir çizgiyle birbirinden ayrılmış olan fayda ve zarar kavramını bünyesinde barındırıyor.
Mc Luhan’ın medyaya ilişkin çarpıcı tespitiyle mevzuyu sonuca bağlamak istiyorum. "Benliğimizi tümüyle medya teslim aldı. Kitle iletişim araçları kişisel, siyasal ve ekonomik hayatımızı öylesine yaygın biçimde etkilemektedir ki; ilişmedikleri, dokunmadıkları, değiştirmedikleri hiçbir yanımız kalmadı."

Aman dikkat!

ŞİMDİ İMAJ YÖNETME ZAMANI…

Kurumsal iletişim, şirketlerin ve kurumların en temel yönetim fonksiyonlarından biri. Şirketler artık bazı gerçeklerin farkında. ‘Ne üretirsem satarım’ söylemi artık çok eskilerde kaldı. Sermaye sahipleri bunu yaşayarak tecrübe etti. Şimdilerde ürettiğini satmak için birçok unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Kaliteli üretim elbette şart ama o kaliteyi sunabilmek ayrı bir meziyet ve onu sunabildiğiniz ölçüde varsınız. Ürününü pazarlarken kendi itibarını da pazarlamanın zorunluluk olduğu bir dönemdeyiz. Haliyle piyasayı yönetenler aslında itibarını da yönetmeyi bilenler.
Piyasada var olan sermaye ya da fikir sahibi, ürettiğini önce iletişim dünyasına sunarsa pazarda alıcı bulabiliyor ya da kabul görüyor. Kimse artık doğrudan doğruya pazara giremiyor. İş dünyası iletişim dünyasına mecbur hale geliyor. Üretici karşısında tüketici bulabilmek için, sunucu alıcıyla buluşmak için aracılara ihtiyaç duyuyor ve işte burada da imaj yönetimi kavramı doğuyor.
Peki, nedir bu imaj ya da başka bir ifadeyle itibar yönetimi? İmaj görünüş biçimiyse eğer bunu nasıl yönetebilirsiniz? İmaj, aslında sizi siz yapan her şeydir. Sizi siz yapan görünüşünüz, ses tonunuz, kurduğunuz cümleler, cümle kurarken seçtiğiniz kelimeler, yaptığınız iş ve o işi yapış biçiminiz vs. hepsi imajınızın bir parçası ve bu parçalardan oluşan bütününüzle siz kazanabilir ya da kaybedebilirsiniz. İmajınızı doğru yönetemezseniz piyasadan silinip gider, eğer yönetebilirseniz de sektörde söz sahibi olursunuz. Çünkü imajınız karşı tarafta oluşturduğunuz algı biçimidir. Ve bu algı size itibar kazandırır ya da itibar kaybettirir.
Söylemek istediğiniz şeyi ifade ediş biçiminiz karşı tarafta bıraktığınız algıda en önemli unsurdur. Ancak herkes iyi konuşmak ya da iyi yazmak zorunda değildir. Kimse artık kendini aracısız sunmuyor. Yapılan işleri sizler tek cümleyle söyler geçerken bunu ballandıranlar süsleyerek ifade eden profesyoneller var.
İtibar yönetmek asla tek kişilik bir iş değildir. Profesyonellikle beraber ekip işidir. İşçileriniz ve kullandığınız makineler olmadan üretim yapamadığınız gibi tek başınıza da itibarınızı yönetemezsiniz. Medya aracısız itibarınızı sunamaz, kitlelere ulaşamazsınız. Büyük yatırımcılar ve kurumsal yöneticiler ya da kurum imajı, bu itibar yöneticilerine ihtiyaç duyar. Herkes iyi işler ortaya çıkarabilir, ancak bu iyi işlerden yalnızca bazıları satar ya da başarılı olarak addedilir. Her zaman kazanan kendi imajını iyi konumlandırıp, sunabilenlerdir.

Özetle bir kurum yalnızca üretici ve yöneticileriyle var olmuyor artık. İster özel ister kamu kuruluşu olsun tümünün itibar yöneticilerine ihtiyacı var. Üretilen ister fikir ister bir meta olsun, üretim yapan ister yalnızca bir kişi isterse şirket olsun üretimin gerçekleştiği süreçle eş zamanlı olarak hedef kitleyle ilişkilerin yönetimini gerçekleştirecek, imaj/itibar yöneticilerine ihtiyaç var. Bu süreç iki tarafın ortak akıl paydasında yürütülmesi gereken bir süreç. Başarı, kazanç ve bu iki öğede istikrarın yolu, doğru aracılarla kamuoyunda güçlü imaj oluşturmaktan geçiyor.