26 Ağustos 2016 Cuma

ERDEMLİ OLMAYI SOKRATES'TEN, GÖNLÜ GENİŞ OLMAYI MEVLANA’DAN ÖĞRENECEKSİN

Kendini bulabilmek için bir tek kişiyi değil, birçok kişiyi anlamaya çalışacaksın. Başkalarından geçerek bulacaksın kendini. Her renkten çiçeği kokladığın gibi, her düşünceden eseri okuyacaksın.  Her alandan meşhur şahsiyetleri iyice tanıyacaksın. Çokların içinden özgün bir senteze varacaksın. Vardığın sentezi içselleştireceksin.  Ve zamanı geldiğinde kendini kendine sunacaksın…

Bileceksin evvela her alanda en iyileri. Nasıl çalışıp çabalamışlar da en iyi olmuşlar iyice öğreneceksin… Özel hayatlarındaki keşmekeşlikleri de inceleyeceksin… İnceleyeceksin ki onların da zaafları olabilen yanlarını ve bunlarla nasıl başa çıktıklarını göreceksin. Sorgusuzca anlamaya çalışacaksın onları. İnandığın değerlere ters düşen tercihlerini görünce, kaçmayacaksın onlardan. Neyse o şahsın meziyeti, onu harcamayacaksın işte. Çokça insanın nezdinde neden ünlenmiş olduğunu iyice anlamaya çalışacaksın.

Aşkı Yunus’tan,  gönlü geniş olmayı Mevlana’dan, erdemli olmayı Sokrates’ten öğreneceksin mesela… Öğretmen isen Tevfik Fikret gibi, mimar isen Koca Sinan gibi olmayı isteyeceksin mesela. Mütefekkir isen Cemil Meriç gibi… Besteciysen Sezen Aksu gibi… 

Model alacaksın ama taklidi olmayacaksın. Onlar hangi yollardan geçmiş de en iyi olmuşlar o yolu bulacaksın. O yoldan geçerken yola kendi kokunu, kendi izini bırakacaksın.

Kiminin ahlakını, kiminin irfanını, kiminin ilmi metodunu, kiminin üslubunu rol model alacaksın kendine… Zira hepsi aynı kişide olmuyor.





22 Ağustos 2016 Pazartesi

PARAYLA SAADET OLMAZ…

Söylemiştim sevgilim, parayla saadet olmaz…

Parayla itibarın, gücün, yalakan, yandaşın olur, şatafatlı tahtın, çakma asaletin bile olur ama saadetin olmaz…

Çokça yatların katların,  yanında bir o kadar adamın, yalan yanlış sözlerine şakşakçıların bulunur da saadetin olmaz işte…

Parana güvenin olur ama özüne güvenin olmaz…  Adamlarının kol kasına güvenin olur ama yüreğine olmaz. Değerinin parandan ötürü olduğunu bilir kahrolursun ama iyi edenin olmaz…

Zordur vesselam parayla baş edebilmek… Saadet getirmek şöyle dursun üç kuruşluk huzurundan da ediverir adamı. Sahte bir değerin içinde hakikatini ararsın. Onca malın mülkün içinde arasan da bulamazsın. 

Ne demiş Konfüçyüs bilir misin : “Saadet bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”

O yüzden saadet belki bir kap çorbayı 5 kişi muhabbetle kaşıklamakta, tek kişilik yatağa sımsıkı sarılarak 3 kişi sığmakta.

Belki; yıllarca aradığın bir yürek kıpırtısında…

Belki ; öldüğünü sanırken bir hastane odasında sağ bulabildiğin adamda…

Yokluk içinde sanıp acıdıklarımız senden benden huzurludur belki bulduklarıyla kim bilir …
Bulduklarıyla yetinemeyenlerin, yetinmeyi bilse de aslında aradıklarını bir türlü bulamayanların fakirliği baki… Biçareler düşünsün bu hali…

 “Ey Beşeriyet!  Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmek, yüklediği yüklere razı olmak ve hayatın iyiye gitmesi için gayret etmektir.”


Şükret, kabul et, gayret et…

21 Ağustos 2016 Pazar

BUYRUN SPİN DOCTOR…


Halk, çoğu zaman belli bir amaç için araç olarak kullanılır. Kitle psikolojisi oluşturmak için, sürüye daha çok adam çekmek için, eğriyi doğru göstermek için vs…

İkna etmek, maniple etmek üzere her geçen gün daha etkili hale gelen güçlü bir bilinç endüstrisi işliyor.

Bakış açılarımız aklın koordinatörlüğünden değil,  basmakalıp yargılardan emir alıyor. Bize medya marifetiyle sunulan ve çoğunluğun kabul ettiği izlenimi verilen illüzyonlara kanıyoruz. Algımızı birilerinin elinde madara ediyoruz. Alın istediğiniz gibi şekillendirin diyoruz. Sorgulama kabiliyetimizi elimizden alıyorlar fark etmiyoruz.  Medyanın çarkları birilerinin tahakkümü altında dönüyor bilmiyoruz.

"Kitlenin dayattıkları karşısında durabilmek için ferdin kendine has bir üslubunun, dünya görüşünün ve estetik anlayışının olması gerekir." Fakat bunlar olsa da belki biraz da modern hayatın getirdiği zihin yorgunluğundan bu kişisel özelliklerimizi ortaya koyacak gücü kendimizde bulamıyoruz. Çoğunluğun çekim gücüne kapılıp gidiyoruz. Bize okutturulanı, izlettirileni ondan ibaret sanıyoruz. Oysa spin doctorları ne işler yapar bilmiyoruz…
Öyleyse gücüm yettiğince yaptığım alıntılarla ben biraz aktarayım. Buyrun…

‘Spin’( eğirme, örme ) kamu iletişiminin, kamu manipülasyonuna dönüştürülmesidir, diyor İrfan Erdoğan.  Halkla ilişkilerin duayen isimlerinden Betül Mardin ise spin doctor’luğun Türkçe karşılığı olarak ‘topaç doktorları’, ‘döngü uzmanları’ gibi tabirleri kullanıyor.

Bricknell  1984’teki bir köşe yazısında «spindoctor»:  “İpek giysiler içinde bir düzine kadın ve erkek, gazetecilerin arasında kendinden emin bir şekilde dolaşır ve bilgileri bazen de paylaşılmaması gerekenleri aktarır. Onlar yalnızca uygun bir spin ile rutin bir basın bülteni hazırlayan basın ajansı değildir. Adayların kıdemli danışmanlıklarını yapan spin doctor'dır.” şeklinde tanımlıyor.

Bernays ise: “İnsanları medyaya doymuş bir kitle toplumu içerisindeki bir sava ikna etmek için mevcut bulunan tek araçlar, modern siyasetin önemli unsurları olan PR ve Spin’dir” diyor.

Hülasa, spinler gerçeğin üzerini örtebilir,

Gerçeği olduğundan farklı gösterebilir,

Gerçeği yeniden kurgulayabilir…


Biline…

20 Ağustos 2016 Cumartesi

AMAK-I HAYAL (Hayalin Derinlikleri)

"Ey Vahdet(Birlik,teklik)! Sonu olmayan deniz! Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine bin, yüz bin çeşit isim vermiş isen de; gökyüzü, felekler, ruhlar, beden... her ne denirse densin, yalnız sensin.

İnsanın gözü dikkat ve titizlikle aleme baksa; gökyüzü billur gibi olan bu kubbeye, nur saçan güneşe, yedi kat göklere, arşa, bir de bu aşağıdaki yere baksa; insanın yüzüne marifet nuru ile baksa yalnız sensin. Sen!

Sünbülde, reyhanda, diken ve güllerde, arslanın yürek tırmalayan feryadında, bülbülün sesinde, neşe veren goncada, bir gölün ruhu okşayan kokusunda, en ufak cansız cisimde ve küçücük canlıda yalnız sensin sen!

Bütün duygularımda, kalbimde, akıl ve vicdanımda; aşkın sevkiyle sarhoş olup kendimden geçtiğim zamanlarda; yardan ayrı düşüp dertli olduğum sıralarda; hasret ve ayrılıkla yanıp kararsız hale gelen canımda yalnız sensin, sen!

Vuslat kucağımda ay yüzlü güzel titrerken; ebedi bir hayatı bir ana sığdırırken; kendimden geçmiş bir halde kar gibi gerdanı seyrederken; ulvi alemin etrafında ruhum kendinden geçmiş ve hayran bir halde iken yalnız sensin sen..."

Filibeli Ahmed Hilmi

Amak-ı Hayal, 23 fantastik hikayeden oluşuyor. Hikaye demek belki de densizlik olur. Yerli yerinde benzetmelerle hakikat sırlarını aşikar etmeye çalışıyor Filibeli. Yukarıdaki satıtrlar da 'Azamet Sahası' adlı hikayesinin bağlandığı vurucu kısım. Yaradan'ın azametini, Anka Kuşu'nun sırtındaki Raci'ye alemi seyrettirerek anlatmaya çalışıyor. Onca yer dolaştıktan sonra yaklaşık 1 yıldır gezdiğini sanan ve artık usandığını söyleyen Raci'ye Anka Kuşu şu sözleri söylüyor:
- "Hey çocuk! Alimlerimizin keşfettiği binlerce alemden henüz bir tanesinin milyonda bir kısmını bile gezmedik. Heyhat! ... Süratle milyonlarca sene dönüp dolaşsak yine kainatın bir mahallesini gezebilmiş sayılırız"

İşte kainat böylesi uçsuz bucaksız... İşte keşfi bu kadar zor. Binlerce yıldır bilim adamlarınca yapılan keşiflerde sadece yüzeysel bilgisine ulaşabildiğimiz dünyamızın, uzaydaki sayısız gezegenin, göktaşının yahut denizlerin altındaki milyonlarca güzellikteki canlının yanı sıra keşfetme olanağı bulamadığımız daha nice sanatı var Yaradan'ın kim bilir. Buradaki numunelerin asılları daha nice güzelliktedir kim bilir.

Uykusunda Anka Kuşu'nun sırtında mana alemini seyreyledikten sonra yaşadıklarının tesirinden çıkmaya çalışan Raci uyandığında, hikayelerin başladığı yerdeki Zat-ı Muhterem Aynalı Baba'dan şu sözleri işitiyor:

-"Maya bir olduktan sonra pire de bir, fil de bir. Onun için Allah'ı bilen kimseler Kuş gibi, sonsuzluk sahasında boşuna uçmazlar. Boş şeyler bunlar! Bu vicdanı paramparça eden büyüklük, bu uçsuz bucaksız derya, Cenab-ı Hakk'ın ululuk noktasının bir tek parçasını bile dolduramaz."

(Bu kitap, tasavvufla ilgilenenlere tavsiye niteliğindedir...)

15 Ağustos 2016 Pazartesi

CANIMIN SIKILMAYA VAKTİ OLMASA KEŞKE

“Canım sıkılıyor!”

Ne kadar acizce bir cümle!

Boş zamanlarımızı değerlendirmeyi mi bilmiyoruz, yoksa ruhumuz mu sorunlu acaba…
Çok çalışırken zamanı yetiremiyoruz oysa… Yedikçe yeme isteğinin, uyudukça uyuma arzunun artması gibi bir şey belki… Zamanı iyi kullandıkça daha da iyi değerlendirebilmeyi öğreniyorsun. Fakat gel gör ki deli gibi yoğun zamanlarında dakikalara nice kıymetli icraatlar sığdırabilirken, boşken yapacak hiçbir şey bulamıyorsun. Ya da yapasın gelmiyor. Garip !

Çalışırken mesela; hafta ortasında sabah bir telaşla erkenden kahvaltı edip işe çıkıyorsun, öğlene kadar çoğu işini yoluna koyuyorsun, öğle arasına yemek artı üstüne yürüyüşünü ekliyorsun, mesai sonrası evine gelip ailene vakit ayırıyor, kitap okuyor, arkadaşlarınla iletişime geçiyorsun vs vs… Evet hepsini ve daha da fazlasını hele ki bir kadınsan bir gün içinde bitmek bilmeyen enerjinle pekala yapabiliyorsun.  Yine de ah keşke biraz daha vaktim olsa da daha çok yürüsem, şu kitapları da okusam, şu filmi de izlesem, arkadaşlarıma ve aileme daha çok vakit ayırabilsem diye yakınıyorsun. Fakat, yapacak bir işin olmadığı o boş gününde tek bir satır kitap okuyasın, bırak kmlerce yol yürümeyi bakkala gidip ekmek alasın bile gelmiyor. Çünkü canın sıkılıyor. Canın sıkılınca enerjin çekiliyor. Ruhun seni tembelliğe esir ediyor. Silkelenip bi kendine gelsen aslında! Bi sorsan kendine “Ne demek canım sıkılıyor!” diye. Canının sıkılmaya vakti mi var ?

Sen vaktini doğru kullanmayı beceremeyen bir zavallı mısın yoksa. Bir daha hatırlat bakalım kendine, okunacak bunca kitap, izlenecek onca film varken ruhunu tembelliğe teslim etmek yakışıyor mu hiç... Kalk bir kendine gel!  İşe yarar bir insan olduğunu hisset. Sevdiklerinin sesini duy, onlara iyi gelecek birkaç satır güzel şeyler yaz onlara. Yeni bir şeyler öğrenmeye bak TV’den gazeteden…İlgini çekecek fotoğraf karelerinde kainatı keşfet bugün mesela.

Okuduğun satırları iyice oku, altını çiz, çizdiklerini düşün iyice sindir. Sonra akşam yemeğini özenle hazırla… Hazırlarken sebzenin meyvenin kokusunu çek içine. İyice harmanla ocakta; tadını, tuzunu, baharatını dengelemek için özenle uğraş ver. Çatalını, bıçağını, renkli tabağını diz en muntazamından. Sonra otur sofraya yavaş yavaş çiğneyerek, iyice al yediğinin tadını. Aceleye getirmeden, keyfini çıkara çıkara ye bir kerede önündekini. Sonra şükret önüne gelen nimetlere, yediğinden tat alabilen bedenine, nimeti hazırlayıp önüne getirebilen sıhhatine… Ve ardından dua et, herkese bu nimetler nasip olsun diye… Ruhunu iyileştir böylece… Ruhun iyileşince her şeyin nasıl hızla iyileşebildiğini farket...


Şimdi söz ver kendine ... "Canım sıkılıyor" deme. Canını sıkma...
Hem, canının sıkılmaya vakti mi var !!!

12 Ağustos 2016 Cuma

HİÇ


Mevlana derki; 
"Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken,sen hiç ol…Menzilin yokluk olsun.İnsanın çömlekten farkı olmamalı,nasıl ki çömleği ayakta tutan dışındaki biçim değil,içindeki boşluk ise,insanı ayakta tutan da benlik zannı değil HİÇ’lik bilincidir…"

Öyleyse var olma sevdasından geç Mirim, Hiç'lik öyle ulu ki ...
Bırak kendini bir şey sanmayı,
Dolu başaklar gibi ey başını öne,
Benliğini terk et...
Hiç olduğunu bil ve sonra nereden geldiğini hatırla...
Acziyetini bilir de teslim olursan seni Yaradan'a,
Senden güçlüsü yok aslında...
Unutma, "Ancak ne olmadığımızı bilirsek, ne olduğumuzu anlarız" 

Bir de ne güzel demiş Yunus Emre: "Bilmeyenler bilmez halimizi, bilenlere selam olsun..." 
Yunus'un halini bilenlerden olmak dileğiyle...

10 Ağustos 2016 Çarşamba

MEDYA SATTIRIR…

Medya anlamlandırma failidir…

İnsan anlamını arar, öyleyse medya her şeydir.

Tamam abartmayalım her şey değilse bile çok şeydir.


1) Mesela ihtiyaçları tayin edendir. Kırmızı renk 30 tane pabucun olsa bile kırmızının bilmem ne tonu 31 inciye ihtiyacın olduğuna inandırır ve sattırır. Dolabında olmazsa seni ayağı çıplak geziyorsun sandırır.



2) Mesela yaşam stilinin nasıl olması gerektiğini öğretir. Güne iyi bir başlangıç için ‘Starbucks uzmanlığında kavrulmuş’  (Çünkü, bu bir sanattır ve her şeyin ötesinde yoğun bir tat deneyimini vurgulayan bir kavurma felsefesidir !!!)  bir kahve içmenin lüzumunu hissettirir ve o kahveyi sattırır.

Not: Medya TV den ibaret değildir. TV de Starbucks reklamı görmüyor olmanız onun pazarlamasının medya eliyle yapılmadığı anlamına gelmez. Öyle ya da böyle Starbucks medya eliyle anlamını konuşlandırır ve sattırır.

Devam edelim…



3) Mesela aynı ürünün ambalajını/ kokusunu/ bilmem ne bitki özünü değiştirip daha kaliteli sandırıp, faiş fiyatlara sattırır. İşlevi aynıdır fakat kalitelerini farklı sandırır ve sattırır. Diş macunlarının, şampuan ve el kremlerinin aynı marka altında yüzlerce çeşidinin üretilmesi ve her birinin de kendince alıcı bulması bundandır.




4) Sana verebileceğinden daha fazlasını vaad edendir. Yiyeceğin bir dondurmadan ibaretken, Magnum: ‘Haz peşindeysen’ hadi gel der.  ‘İçindeki seni keşfet’ diyerek sana kendini dondurma yiyerek keşfedebilme olanağı sunar. (Büyük lütuf!)



5) Seni anılarından, çocukluğundan, en duygusal yanından vurur. Ağlatır ve sattırır. Kullanacağın bir telefon hattıdır iletişim kurmanı sağlar ama o seni askerdeyken annene, tüneldeyken sevgiline sorunsuz bağlatır ve ağlatır. Ağlattıkça sattırır.

Turkcell gelin ve babası reklamı

Velhasılı dedim ya medya sattırır...

Dip Not: Medya yalnızca ürün değil; değer satar, kimlik satar, kültür satar…

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...

Bu kitabı hala okumayan kaldı mı ?

"Ekonomik tetikçiler (ET'ler), yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD, Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı 'yardım' kuruluşlarından büyük şirketlerin hesaplarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araç gereçler arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır.

 Nereden mi biliyorum; ben de bir ET idim."

                        John Perkins

ABD'de tam 24 yayınevinin yayınlamaya korktuğu, yazarın tam 5 kez yazmaya karar verip, her seferinde rüşvet ve tehditlerle vazgeçirildiği, yayınlandığı ülkelerde gündemi sarsan, tüyler ürperten gerçekler.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

İYİ BİR EĞİTİMCİ OLMAK İSTEYENE ...

"Asırla geçti, birer birer söndü meşaleler.

İrfan asaletini kaybetti.

Hafızaya çakıl taşları gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür.

Genç kuşaklar, Batı'nın bitpazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor.

Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci.

Öğretmen ne demek?

NE soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime.

Hoca öğretmez, YETİŞTİRİR, AYDINLATIR, YARATIR.

Öğrenci ne demek?

Talebe isteyendir; İSTEYEN, ARAYAN, SUSAYAN."

                                               Cemil MERİÇ