17 Aralık 2016 Cumartesi

ZİYANDAYIZ...

-En az 50 sayfa kitap okumadan,
-En az 2 litre su içmeden,
-En az yarım saat yürümeden geçirdiğin
HER GÜN ZİYANDIR.

-Aynada kendine gülümseyerek güne başlamadığın,
-Sevdiğin ve sevildiğin en az bir kişinin sesini duymadığın,
-Sevdiklerin ve kendin için iyi dileklerde bulunmadığın…
HER GÜN ZİYANDIR.

-Tıka basa karnını doyurduğun,
-Birilerine yalan söylediğin,
-Öfkene yenik düştüğün,
-Hırsa kapıldığın,
-Kibirlendiğin…
 HER GÜN ZİYANDIR.

-Yeni bir şeyler öğrenmeden,
-Yeni bir şeyler söylemeden,
-Yeni bir çaba geliştirmediğin…
HER GÜN ZİYANDIR.

-Vaktini şuursuzca geçirdiğin,
-Kendini horladığın ya da horlattırdığın,
-Değer yargılarını unuttuğun…
HER GÜN ZİYANDIR.

-Sevgisizlikle geçirdiğin,
-İyi bir müzik dinlemediğin,
-İyi bir hayal kurmadığın…

HER GÜN ZİYANDIR.

12 Aralık 2016 Pazartesi

İLETİŞİM ÇAĞINDA SORUNUMUZ İLETİŞİMSİZLİK !

    Geliştirilen bunca iletişim teknolojisine rağmen neden iletişemiyoruz hiç düşündünüz mü?

    Yakınlığın içinde bir çeşit uzaklık içindeyiz. Avuç içlerimizdeki telefonlara hapsettik tüm iletişim çabalarımızı. En yakınımızla olan kişisel ilişkilerimizde bile bu denli önemini yitirirken yüz yüze iletişim, hepimiz teknoloji çağında mağduruz kabul edelim. Psikologlar, sosyologlar imdat!

     Bugün alkol ve sigara bağımlılığı ile ilgili ne kadar mücadele ediliyorsa, en az bi o kadar da internet/telefon bağımlılığı ile de mücadele edilmesi gerektiğine inanlardanım. En küçüklerimiz tabletlerindeki sayısız oyun uygulamalarının, en büyüklerimiz çözmeyi becermek için debelendikleri sosyal medyanın, orta yaşlılarımız ise oyun ve sosyal medyanın yanı sıra buralardan edinebildiklerini sandıkları internet enformasyonlarına feci halde bağımlı.

     Eşler birbirleriyle aynı evin içinde TV'den, telefondan arta kalan vakitte iki kelam edebiliyorsa ne ala ! Çocuklarımızın tablet bağımlılığıyla başa çıkmak onları memeden ayırmaktan daha zor hale gelmiş durumda. Söylemek istediğini facebook duvarından söyleyen ve oradan da anlaşılmayı bekleyen ergenler yetiştirir oldu çağımız. Adeta görünmez duvarlar ördük aile bireyleriyle aramıza.


     Malumat ile bilginin iyice karıştığı, sosyalleşmek isterken asosyal bireyler haline geldiğimiz bu iletişim çağında korkarım çoğumuz iletişimsiz kaldık. Evvela çocuk eğitiminde teknoloji kullanımı, ardından şahsi iletişim teknolojileri kullanımımızda bilinçli olmak zorundayız. Çocuğumuzun sokakta yalnız başına vakit geçirmesinden nasıl kaygılanıyorsak, yalnız başına digital ekranlarda geçirdiği her vakit için de en az bir o kadar kaygı duymalıyız bana kalırsa. Yahut donanımlı bireyler olmak isterken, gün içinde sosyal medyada ne kadar vakit geçiriyoruz, internetten edindiğimiz bilgilerin doğruluğunu gerçekten sınıyor muyuz, telefonlarımıza bağımlı mı yaşıyoruz, gibi sorulara objektif yanıtlar arayarak durumumuzun farkında olmalıyız. 

    Doğru iletişim için, doğru bilgiler ışığında bilinçlenmek ve katili olduğumuz gerçek iletişimi yeniden diriltmek zorundayız.

   Lütfen iletişelim.

14 Kasım 2016 Pazartesi

SOĞUK KAZI'NDAN...

Jospi
Bütün günüme bütün güneş düşse ne olur,
Ne yazar üstümden bulut bütün yürüse
Bir tutmuyor beni ayrılıyorum ikiye.
Sakladıklarımı görmene gerek yok Jospi.
Bazılarımız durdukları yerde öldüklerini söylüyor.
(Dünya boktan sen tamsın kurduğun cümle eksik)
Bazılarımız da eski yıpranmış bir hatırayı korumak için apışıp kalmış bir çatı.
(Sanki eline alsan yapacaksın gibi)
Bu dünyada insan dediğin ikiye ayrılır Jospi.
Bir: Ayrılıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranan medeniler; Bir: Atlarına davranan
barbarlar. Onlar atlarını çöle, topuğunu dikene sürerler.
Bilesin, Sultan Sazlığı'nda boynu eğri bir kuşun ince boynuna yediği kurşun gibi hainiz hepimiz.
Şehirlerimizde bizim birbirimize verdiğimiz sözler Jospi, ohoooooo...
Yalan dünya, pıtr
aklı memleket!
Bu dünyada insan dediğin ikiye ayrılır Jospi.

                                                    Birhan Keskin/ Soğuk Kazı



                             

13 Kasım 2016 Pazar

YENİ GÜNE KARARLILIKLA...

" Evlerde insanlar değil, adeta eşyalar oturuyor."
                                                    Cahit Zarifoğlu

"İnsandan çok eşyaya benziyorlardı."
                                                    Nazım Hikmet

"Eşya parladıkça insan sönüyor."
                                               İsmet Özel

Aldatıcı metalar vardır ve aldanan bilişler... Oysa
güzel olanı ve iyiyi, maddede değil ancak manada bulabilir insan. Fakat; "İştihaları, insiyakları yönetir insanı." Hazcıdır, heveskardır, tamahkardır... Bitmek bilmeyen arzuları vardır. Göstermeyi sever, fazlasıyla riyakardır. Asla sahip olduklarıyla yetinmez, kendini hep ihtiyaçlı hisseder.

Tüm bu insani zaaflarımız, noksanlarımız benlik gelişimimizi büyük ölçüde engeller.
Peşinden gittikçe; zihnimizi ve kalbimizi bu bitmek bilmeyen arzularımız fetheder. Böylece hayatımızın kontrolü günbegün elimizden kayıp gider. Beğenilerimizi, seçtiklerimizi, hedeflerimizi hep başkaları belirler.

Kontrolü ele almak için ne yapmalı peki?

-"İnsan kalbinde ne taşıyorsa dünyaya bakınca da onu görür."

Aklımızı neyle meşgul ettiğimize, neye ilgi duyduğumuza, kalbimizde ne taşıdığımıza bakmalı evvela. Ve sonra, farkında olmalı bizi himaye etmeye çalışan güçlerin. Unutmamalı ki insanın insan gibi yaşayabilmesi için en gerekli erdem iradedir.

Zordur tüm bu duygularla başa çıkabilmemiz kabul. Etrafımızı saran sayısız reklam bombardımanı altında, ihtiyaç ve istek ayrımına varabilmemiz, heveslerimizi sınırlandırabilmemiz ve kalbimizi manaya açabilmemiz kolay iş değildir. Bir söz ışık olsun hepimize o zaman.

Yogi der ki: Zor yok. Dıştan hiçbir şey düzelmez. Tek manivela, kişinin ruhi kuvvetleri. Her işin başı: mistik bir terbiye.

 Yeni güne kararlılıkla başlamak ve sürdürmek dileğiyle...

Öneri: http://almadim.blogspot.com.tr/2016/06/bir-almama-deneyimi-tedx-istek-belde.html

12 Kasım 2016 Cumartesi

DUYDUNUZ MU NELER OLMUŞ?...

Asıl değerler, değer görmez olmuş.
Cahiller alim, cüceler deve, yalancılar güvenilir olmuş.
Dünyanın çivisi çıkmış vesselam.

Korkuyorum işte bundan...

Övüneceği hiçbir mental ya da duygusal başarısı olmayıp, sahip olduğu markalarla, taklidi olduğu insan kılıklarıyla övünenlerden olmaktan korkuyorum.

Az bilip, çok bilmişlik yapmaktan korkuyorum.

Hiçbir vasfım olmadığı halde, bir meziyet sahibiymişim şöhret olmaktan korkuyorum.

Şiirsiz, edebiyatsız bir geleceğin içinde, sanatsız kalmaktan korkuyorum.

Akşam sapasağlam yatıp, yarın ne amaca hizmet ettiği bilinmeyen, kardeşi kardeşe kırdıran bir öfkenin kurbanı olmaktan korkuyorum.

Bir yerlerde insanlar açlıktan susuzluktan kıvranırken, ben yediklerimle övünmekten, aldığım kilolardan şikayet edip, hala deliler gibi yemekten korkuyorum.

İnsanları önce kendime muhtaç bırakıp, sonra yardım ediyor gibi yapmaktan korkuyorum.

Kendimi ahlak timsali sanıp, ahlaktan zerre nasip alamamaktan korkuyorum.

Saygıyı, sevgiyi, ailenin kutsiyetini tadamadan yaşayıp, kendimi yaşıyor sanmaktan korkuyorum.

Özümde güvenecek hiçbir kabiliyet geliştirmediğim halde, özgüven sahibi olmaktan korkuyorum.

Hülasa:

Bildiği bir halt yokken alim geçinen ahmaklardan, beyhude şöhretlerden, insan kılıklı canavarlardan, bedenini giydirip aklını üryan bırakanlardan, dost gibi yapıp düşman olanlardan, korkuyorum...

25 Ekim 2016 Salı

SİMYACI

“Simyacı, dünyaca ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelho'nun üçüncü romanı. 1996 yılından bu yana Türkiye'de de çok okundu, çok sevildi, çok övüldü bu kitap. Bir büyük Doğu klasiği olan Mevlâna'nın ünlü Mesnevî'sinde yer alan bir küçük öyküden yola çıkarak yazılan bu roman, yüreğinde çocukluğunun çırpınışlarını taşıyan okurlar için bir "klasik" yapıt haline geldi.

Simyacı, İspanya'dan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago'nun masalsı yaşamının öyküsü. Ama aynı zamanda bir "nasihatnâme"; "Yazgına nasıl egemen olacaksın? Mutluluğunu nasıl kuracaksın?" gibi sorulara yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen bu romanın, dünyanın dört bir yanında bunca sevilmesinin gizi, kuşkusuz bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor. 

Simyacı'yı okumak, herkes daha uykudayken şafak vakti uyanıp, güneşin doğuşunu izlemeye benziyor.” 

Yukarıdaki analizler kitabın arka kapağından.Üstüne laf söylemeye hacet yok.
Fakat altı çizili satırlarım var, sizinle paylaşmaya değer olduğunu düşündüğüm.

1) Simyacı delikanlıya dedi ki: “Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları. Peki neden bilir misin? Çünkü insanlar hazineye inanmazlar.”

2) “Çöldesin şimdi. Öyleyse en iyisi çölün içine dal. Çölü anlamaya bile ihtiyacın yok. Bir tek kum tanesini seyretmen yeter; o zaman orada Evren’in bütün harikalarını göreceksin.

-          -Çölün içine dalmak için ne yapmalıyım?

-         - Kendi yüreğini dinle yüreğin her şeyi bilir. Çünkü Evrenin Ruhu’ndan gelmektedir ve bir gün oraya geri dönecektir.”

3) “Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar, başarısızlığa uğrama korkusu.”

4) “Yüreğine acı korkusunun acının kendisinden de kötü bir şey olduğunu söyle. Düşlerinin peşinde olduğun sürece hiçbir yürek kesinlikle acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı, Tanrı ve sonsuzlukla karşılaşma anıdır. 
– Her arama anı bir karşılaşma anıdır dedi Delikanlı, yüreğine. Ve itiraf etti : “Hazinemi ararken yolumun üzerinde öylesine şeyler keşfettim ki, bir çoban için olanaksız şeylere girişmek cesaretim olmasaydı bunlara rastlamayı kesinlikle hayal bile edemezdim.”

5) Simyacı delikanlıya dedi ki: “ Evrenin Ruhu bir düşü gerçekleştirmeden önce yol boyunca öğrenilen şeylere bir değer biçer. Bize karşı kötü duygular beslediği için böyle davranmaz. Düşümüzü gerçekleştirmenin yanı sıra ona doğru ilerlerken aldığımız dersleri de iyice öğrenmemizi ister. Ama insanların çoğunluğu işte bu anda vazgeçerler. Çölün dilinde biz bu durumu şöyle tanımlarız. Vahanın palmiyeleri ufukta görünmüşken susuzluktan ölmek.

Bunun üzerine, delikanlı ülkesinde söylenen eski bir sözü anımsadı: En karanlık an şafak sökmeden önceki andır.”

6) “Kim ve ne olursa olsun yeryüzünde her insan, her zaman dünya tarihinde baş rolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.” Simyacı


7) “ Gerçekte kendi Kişisel Menkıbe’sini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir.”

26 Ağustos 2016 Cuma

ERDEMLİ OLMAYI SOKRATES'TEN, GÖNLÜ GENİŞ OLMAYI MEVLANA’DAN ÖĞRENECEKSİN

Kendini bulabilmek için bir tek kişiyi değil, birçok kişiyi anlamaya çalışacaksın. Başkalarından geçerek bulacaksın kendini. Her renkten çiçeği kokladığın gibi, her düşünceden eseri okuyacaksın.  Her alandan meşhur şahsiyetleri iyice tanıyacaksın. Çokların içinden özgün bir senteze varacaksın. Vardığın sentezi içselleştireceksin.  Ve zamanı geldiğinde kendini kendine sunacaksın…

Bileceksin evvela her alanda en iyileri. Nasıl çalışıp çabalamışlar da en iyi olmuşlar iyice öğreneceksin… Özel hayatlarındaki keşmekeşlikleri de inceleyeceksin… İnceleyeceksin ki onların da zaafları olabilen yanlarını ve bunlarla nasıl başa çıktıklarını göreceksin. Sorgusuzca anlamaya çalışacaksın onları. İnandığın değerlere ters düşen tercihlerini görünce, kaçmayacaksın onlardan. Neyse o şahsın meziyeti, onu harcamayacaksın işte. Çokça insanın nezdinde neden ünlenmiş olduğunu iyice anlamaya çalışacaksın.

Aşkı Yunus’tan,  gönlü geniş olmayı Mevlana’dan, erdemli olmayı Sokrates’ten öğreneceksin mesela… Öğretmen isen Tevfik Fikret gibi, mimar isen Koca Sinan gibi olmayı isteyeceksin mesela. Mütefekkir isen Cemil Meriç gibi… Besteciysen Sezen Aksu gibi… 

Model alacaksın ama taklidi olmayacaksın. Onlar hangi yollardan geçmiş de en iyi olmuşlar o yolu bulacaksın. O yoldan geçerken yola kendi kokunu, kendi izini bırakacaksın.

Kiminin ahlakını, kiminin irfanını, kiminin ilmi metodunu, kiminin üslubunu rol model alacaksın kendine… Zira hepsi aynı kişide olmuyor.





22 Ağustos 2016 Pazartesi

PARAYLA SAADET OLMAZ…

Söylemiştim sevgilim, parayla saadet olmaz…

Parayla itibarın, gücün, yalakan, yandaşın olur, şatafatlı tahtın, çakma asaletin bile olur ama saadetin olmaz…

Çokça yatların katların,  yanında bir o kadar adamın, yalan yanlış sözlerine şakşakçıların bulunur da saadetin olmaz işte…

Parana güvenin olur ama özüne güvenin olmaz…  Adamlarının kol kasına güvenin olur ama yüreğine olmaz. Değerinin parandan ötürü olduğunu bilir kahrolursun ama iyi edenin olmaz…

Zordur vesselam parayla baş edebilmek… Saadet getirmek şöyle dursun üç kuruşluk huzurundan da ediverir adamı. Sahte bir değerin içinde hakikatini ararsın. Onca malın mülkün içinde arasan da bulamazsın. 

Ne demiş Konfüçyüs bilir misin : “Saadet bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”

O yüzden saadet belki bir kap çorbayı 5 kişi muhabbetle kaşıklamakta, tek kişilik yatağa sımsıkı sarılarak 3 kişi sığmakta.

Belki; yıllarca aradığın bir yürek kıpırtısında…

Belki ; öldüğünü sanırken bir hastane odasında sağ bulabildiğin adamda…

Yokluk içinde sanıp acıdıklarımız senden benden huzurludur belki bulduklarıyla kim bilir …
Bulduklarıyla yetinemeyenlerin, yetinmeyi bilse de aslında aradıklarını bir türlü bulamayanların fakirliği baki… Biçareler düşünsün bu hali…

 “Ey Beşeriyet!  Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmek, yüklediği yüklere razı olmak ve hayatın iyiye gitmesi için gayret etmektir.”


Şükret, kabul et, gayret et…

21 Ağustos 2016 Pazar

BUYRUN SPİN DOCTOR…


Halk, çoğu zaman belli bir amaç için araç olarak kullanılır. Kitle psikolojisi oluşturmak için, sürüye daha çok adam çekmek için, eğriyi doğru göstermek için vs…

İkna etmek, maniple etmek üzere her geçen gün daha etkili hale gelen güçlü bir bilinç endüstrisi işliyor.

Bakış açılarımız aklın koordinatörlüğünden değil,  basmakalıp yargılardan emir alıyor. Bize medya marifetiyle sunulan ve çoğunluğun kabul ettiği izlenimi verilen illüzyonlara kanıyoruz. Algımızı birilerinin elinde madara ediyoruz. Alın istediğiniz gibi şekillendirin diyoruz. Sorgulama kabiliyetimizi elimizden alıyorlar fark etmiyoruz.  Medyanın çarkları birilerinin tahakkümü altında dönüyor bilmiyoruz.

"Kitlenin dayattıkları karşısında durabilmek için ferdin kendine has bir üslubunun, dünya görüşünün ve estetik anlayışının olması gerekir." Fakat bunlar olsa da belki biraz da modern hayatın getirdiği zihin yorgunluğundan bu kişisel özelliklerimizi ortaya koyacak gücü kendimizde bulamıyoruz. Çoğunluğun çekim gücüne kapılıp gidiyoruz. Bize okutturulanı, izlettirileni ondan ibaret sanıyoruz. Oysa spin doctorları ne işler yapar bilmiyoruz…
Öyleyse gücüm yettiğince yaptığım alıntılarla ben biraz aktarayım. Buyrun…

‘Spin’( eğirme, örme ) kamu iletişiminin, kamu manipülasyonuna dönüştürülmesidir, diyor İrfan Erdoğan.  Halkla ilişkilerin duayen isimlerinden Betül Mardin ise spin doctor’luğun Türkçe karşılığı olarak ‘topaç doktorları’, ‘döngü uzmanları’ gibi tabirleri kullanıyor.

Bricknell  1984’teki bir köşe yazısında «spindoctor»:  “İpek giysiler içinde bir düzine kadın ve erkek, gazetecilerin arasında kendinden emin bir şekilde dolaşır ve bilgileri bazen de paylaşılmaması gerekenleri aktarır. Onlar yalnızca uygun bir spin ile rutin bir basın bülteni hazırlayan basın ajansı değildir. Adayların kıdemli danışmanlıklarını yapan spin doctor'dır.” şeklinde tanımlıyor.

Bernays ise: “İnsanları medyaya doymuş bir kitle toplumu içerisindeki bir sava ikna etmek için mevcut bulunan tek araçlar, modern siyasetin önemli unsurları olan PR ve Spin’dir” diyor.

Hülasa, spinler gerçeğin üzerini örtebilir,

Gerçeği olduğundan farklı gösterebilir,

Gerçeği yeniden kurgulayabilir…


Biline…

20 Ağustos 2016 Cumartesi

AMAK-I HAYAL (Hayalin Derinlikleri)

"Ey Vahdet(Birlik,teklik)! Sonu olmayan deniz! Dalgalanan sensin. Dalgaların çokluğu içinde görünen yine sensin. Kendine bin, yüz bin çeşit isim vermiş isen de; gökyüzü, felekler, ruhlar, beden... her ne denirse densin, yalnız sensin.

İnsanın gözü dikkat ve titizlikle aleme baksa; gökyüzü billur gibi olan bu kubbeye, nur saçan güneşe, yedi kat göklere, arşa, bir de bu aşağıdaki yere baksa; insanın yüzüne marifet nuru ile baksa yalnız sensin. Sen!

Sünbülde, reyhanda, diken ve güllerde, arslanın yürek tırmalayan feryadında, bülbülün sesinde, neşe veren goncada, bir gölün ruhu okşayan kokusunda, en ufak cansız cisimde ve küçücük canlıda yalnız sensin sen!

Bütün duygularımda, kalbimde, akıl ve vicdanımda; aşkın sevkiyle sarhoş olup kendimden geçtiğim zamanlarda; yardan ayrı düşüp dertli olduğum sıralarda; hasret ve ayrılıkla yanıp kararsız hale gelen canımda yalnız sensin, sen!

Vuslat kucağımda ay yüzlü güzel titrerken; ebedi bir hayatı bir ana sığdırırken; kendimden geçmiş bir halde kar gibi gerdanı seyrederken; ulvi alemin etrafında ruhum kendinden geçmiş ve hayran bir halde iken yalnız sensin sen..."

Filibeli Ahmed Hilmi

Amak-ı Hayal, 23 fantastik hikayeden oluşuyor. Hikaye demek belki de densizlik olur. Yerli yerinde benzetmelerle hakikat sırlarını aşikar etmeye çalışıyor Filibeli. Yukarıdaki satıtrlar da 'Azamet Sahası' adlı hikayesinin bağlandığı vurucu kısım. Yaradan'ın azametini, Anka Kuşu'nun sırtındaki Raci'ye alemi seyrettirerek anlatmaya çalışıyor. Onca yer dolaştıktan sonra yaklaşık 1 yıldır gezdiğini sanan ve artık usandığını söyleyen Raci'ye Anka Kuşu şu sözleri söylüyor:
- "Hey çocuk! Alimlerimizin keşfettiği binlerce alemden henüz bir tanesinin milyonda bir kısmını bile gezmedik. Heyhat! ... Süratle milyonlarca sene dönüp dolaşsak yine kainatın bir mahallesini gezebilmiş sayılırız"

İşte kainat böylesi uçsuz bucaksız... İşte keşfi bu kadar zor. Binlerce yıldır bilim adamlarınca yapılan keşiflerde sadece yüzeysel bilgisine ulaşabildiğimiz dünyamızın, uzaydaki sayısız gezegenin, göktaşının yahut denizlerin altındaki milyonlarca güzellikteki canlının yanı sıra keşfetme olanağı bulamadığımız daha nice sanatı var Yaradan'ın kim bilir. Buradaki numunelerin asılları daha nice güzelliktedir kim bilir.

Uykusunda Anka Kuşu'nun sırtında mana alemini seyreyledikten sonra yaşadıklarının tesirinden çıkmaya çalışan Raci uyandığında, hikayelerin başladığı yerdeki Zat-ı Muhterem Aynalı Baba'dan şu sözleri işitiyor:

-"Maya bir olduktan sonra pire de bir, fil de bir. Onun için Allah'ı bilen kimseler Kuş gibi, sonsuzluk sahasında boşuna uçmazlar. Boş şeyler bunlar! Bu vicdanı paramparça eden büyüklük, bu uçsuz bucaksız derya, Cenab-ı Hakk'ın ululuk noktasının bir tek parçasını bile dolduramaz."

(Bu kitap, tasavvufla ilgilenenlere tavsiye niteliğindedir...)

15 Ağustos 2016 Pazartesi

CANIMIN SIKILMAYA VAKTİ OLMASA KEŞKE

“Canım sıkılıyor!”

Ne kadar acizce bir cümle!

Boş zamanlarımızı değerlendirmeyi mi bilmiyoruz, yoksa ruhumuz mu sorunlu acaba…
Çok çalışırken zamanı yetiremiyoruz oysa… Yedikçe yeme isteğinin, uyudukça uyuma arzunun artması gibi bir şey belki… Zamanı iyi kullandıkça daha da iyi değerlendirebilmeyi öğreniyorsun. Fakat gel gör ki deli gibi yoğun zamanlarında dakikalara nice kıymetli icraatlar sığdırabilirken, boşken yapacak hiçbir şey bulamıyorsun. Ya da yapasın gelmiyor. Garip !

Çalışırken mesela; hafta ortasında sabah bir telaşla erkenden kahvaltı edip işe çıkıyorsun, öğlene kadar çoğu işini yoluna koyuyorsun, öğle arasına yemek artı üstüne yürüyüşünü ekliyorsun, mesai sonrası evine gelip ailene vakit ayırıyor, kitap okuyor, arkadaşlarınla iletişime geçiyorsun vs vs… Evet hepsini ve daha da fazlasını hele ki bir kadınsan bir gün içinde bitmek bilmeyen enerjinle pekala yapabiliyorsun.  Yine de ah keşke biraz daha vaktim olsa da daha çok yürüsem, şu kitapları da okusam, şu filmi de izlesem, arkadaşlarıma ve aileme daha çok vakit ayırabilsem diye yakınıyorsun. Fakat, yapacak bir işin olmadığı o boş gününde tek bir satır kitap okuyasın, bırak kmlerce yol yürümeyi bakkala gidip ekmek alasın bile gelmiyor. Çünkü canın sıkılıyor. Canın sıkılınca enerjin çekiliyor. Ruhun seni tembelliğe esir ediyor. Silkelenip bi kendine gelsen aslında! Bi sorsan kendine “Ne demek canım sıkılıyor!” diye. Canının sıkılmaya vakti mi var ?

Sen vaktini doğru kullanmayı beceremeyen bir zavallı mısın yoksa. Bir daha hatırlat bakalım kendine, okunacak bunca kitap, izlenecek onca film varken ruhunu tembelliğe teslim etmek yakışıyor mu hiç... Kalk bir kendine gel!  İşe yarar bir insan olduğunu hisset. Sevdiklerinin sesini duy, onlara iyi gelecek birkaç satır güzel şeyler yaz onlara. Yeni bir şeyler öğrenmeye bak TV’den gazeteden…İlgini çekecek fotoğraf karelerinde kainatı keşfet bugün mesela.

Okuduğun satırları iyice oku, altını çiz, çizdiklerini düşün iyice sindir. Sonra akşam yemeğini özenle hazırla… Hazırlarken sebzenin meyvenin kokusunu çek içine. İyice harmanla ocakta; tadını, tuzunu, baharatını dengelemek için özenle uğraş ver. Çatalını, bıçağını, renkli tabağını diz en muntazamından. Sonra otur sofraya yavaş yavaş çiğneyerek, iyice al yediğinin tadını. Aceleye getirmeden, keyfini çıkara çıkara ye bir kerede önündekini. Sonra şükret önüne gelen nimetlere, yediğinden tat alabilen bedenine, nimeti hazırlayıp önüne getirebilen sıhhatine… Ve ardından dua et, herkese bu nimetler nasip olsun diye… Ruhunu iyileştir böylece… Ruhun iyileşince her şeyin nasıl hızla iyileşebildiğini farket...


Şimdi söz ver kendine ... "Canım sıkılıyor" deme. Canını sıkma...
Hem, canının sıkılmaya vakti mi var !!!

12 Ağustos 2016 Cuma

HİÇ


Mevlana derki; 
"Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken,sen hiç ol…Menzilin yokluk olsun.İnsanın çömlekten farkı olmamalı,nasıl ki çömleği ayakta tutan dışındaki biçim değil,içindeki boşluk ise,insanı ayakta tutan da benlik zannı değil HİÇ’lik bilincidir…"

Öyleyse var olma sevdasından geç Mirim, Hiç'lik öyle ulu ki ...
Bırak kendini bir şey sanmayı,
Dolu başaklar gibi ey başını öne,
Benliğini terk et...
Hiç olduğunu bil ve sonra nereden geldiğini hatırla...
Acziyetini bilir de teslim olursan seni Yaradan'a,
Senden güçlüsü yok aslında...
Unutma, "Ancak ne olmadığımızı bilirsek, ne olduğumuzu anlarız" 

Bir de ne güzel demiş Yunus Emre: "Bilmeyenler bilmez halimizi, bilenlere selam olsun..." 
Yunus'un halini bilenlerden olmak dileğiyle...

10 Ağustos 2016 Çarşamba

MEDYA SATTIRIR…

Medya anlamlandırma failidir…

İnsan anlamını arar, öyleyse medya her şeydir.

Tamam abartmayalım her şey değilse bile çok şeydir.


1) Mesela ihtiyaçları tayin edendir. Kırmızı renk 30 tane pabucun olsa bile kırmızının bilmem ne tonu 31 inciye ihtiyacın olduğuna inandırır ve sattırır. Dolabında olmazsa seni ayağı çıplak geziyorsun sandırır.



2) Mesela yaşam stilinin nasıl olması gerektiğini öğretir. Güne iyi bir başlangıç için ‘Starbucks uzmanlığında kavrulmuş’  (Çünkü, bu bir sanattır ve her şeyin ötesinde yoğun bir tat deneyimini vurgulayan bir kavurma felsefesidir !!!)  bir kahve içmenin lüzumunu hissettirir ve o kahveyi sattırır.

Not: Medya TV den ibaret değildir. TV de Starbucks reklamı görmüyor olmanız onun pazarlamasının medya eliyle yapılmadığı anlamına gelmez. Öyle ya da böyle Starbucks medya eliyle anlamını konuşlandırır ve sattırır.

Devam edelim…



3) Mesela aynı ürünün ambalajını/ kokusunu/ bilmem ne bitki özünü değiştirip daha kaliteli sandırıp, faiş fiyatlara sattırır. İşlevi aynıdır fakat kalitelerini farklı sandırır ve sattırır. Diş macunlarının, şampuan ve el kremlerinin aynı marka altında yüzlerce çeşidinin üretilmesi ve her birinin de kendince alıcı bulması bundandır.




4) Sana verebileceğinden daha fazlasını vaad edendir. Yiyeceğin bir dondurmadan ibaretken, Magnum: ‘Haz peşindeysen’ hadi gel der.  ‘İçindeki seni keşfet’ diyerek sana kendini dondurma yiyerek keşfedebilme olanağı sunar. (Büyük lütuf!)



5) Seni anılarından, çocukluğundan, en duygusal yanından vurur. Ağlatır ve sattırır. Kullanacağın bir telefon hattıdır iletişim kurmanı sağlar ama o seni askerdeyken annene, tüneldeyken sevgiline sorunsuz bağlatır ve ağlatır. Ağlattıkça sattırır.

Turkcell gelin ve babası reklamı

Velhasılı dedim ya medya sattırır...

Dip Not: Medya yalnızca ürün değil; değer satar, kimlik satar, kültür satar…

BİR EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI...

Bu kitabı hala okumayan kaldı mı ?

"Ekonomik tetikçiler (ET'ler), yerküre üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABD, Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve diğer yabancı 'yardım' kuruluşlarından büyük şirketlerin hesaplarına ve gezegenimizin doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araç gereçler arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdeki küreselleşme sürecinde yeni ve korkutucu bir boyuta ulaşmıştır.

 Nereden mi biliyorum; ben de bir ET idim."

                        John Perkins

ABD'de tam 24 yayınevinin yayınlamaya korktuğu, yazarın tam 5 kez yazmaya karar verip, her seferinde rüşvet ve tehditlerle vazgeçirildiği, yayınlandığı ülkelerde gündemi sarsan, tüyler ürperten gerçekler.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

İYİ BİR EĞİTİMCİ OLMAK İSTEYENE ...

"Asırla geçti, birer birer söndü meşaleler.

İrfan asaletini kaybetti.

Hafızaya çakıl taşları gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür.

Genç kuşaklar, Batı'nın bitpazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor.

Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci.

Öğretmen ne demek?

NE soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime.

Hoca öğretmez, YETİŞTİRİR, AYDINLATIR, YARATIR.

Öğrenci ne demek?

Talebe isteyendir; İSTEYEN, ARAYAN, SUSAYAN."

                                               Cemil MERİÇ



31 Temmuz 2016 Pazar

Carpe Diem...

Latin edebiyatının ünlü ozanı "Günü yakala, yarına çok az güven"  derken ne güzel demiş...

"Carpe Diem" dostum "Carpe Diem"

Anı yakala...

Bugün popüler kültürde ifade bulduğu gibi yarını boşvererek değil, Horatius'un dediği gibi "yarına çok az güvenerek...

Zira yarınlar güvenilir değil...

Hayat ertelenebilecek kadar sonsuz değil ...

Günün kıymetini bil!

Annemin beni çok iyi motive eden o kutsal sözü: " Gün bugünkü gündür kızım, erteleme !"

Hayatın ve içinde bulunduğun her anın anlamını ararken şu sözü hatırla sonra:

"İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir"

Ruhu sıhhatli, bedeni dinamik tutan budur...

"Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat herkes için hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi ve olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir"

Güzeli bul ...








16 Haziran 2016 Perşembe

BİR KELİME, BİR CÜMLE ...

Okumak:  Yalnızca gazete, kitap, dergi değil… Hayatı okumak…  Yaşadığın her olayda sana gelen mesajları okumak. “Hayat bugün bana ne öğretmek istiyor” farkındalığıyla her şeyi okumak..

Peki Hayat : Her zorluğa rağmen yaşamaya değer …

Yazmak: Arınmak için. Kendini anlatma fırsatını kendine tanımak için. Daha iyi cümleler kurabilmek için, kendini eleştirebilmek için, kendine itiraflarda bulunarak yenilenme fırsatı bulabilmek için…

Güzellik: Gördüğünde değil kesinlikle  bakan gözde…

Güzel konuşmak:  İyi bir diksiyona sahip olmak önce kendine güvenmek için, insanlarla iyi iletişim kurmak ve başarılı bir iş hayatı için belki de şart…

Güzel Koku: Arkanda güzel çağrışımlar bırakmak ve iyi ilişkiler kurabilmek için zaruri.

Gülümsemek: Hayatın en temel mutluluk sırrı, hayattan sana her gelene gülümsemek. Zorlukların layıkıyla üstesinden gelebilmek için bir nevi güç kaynağı…

İyi giyinmek: Tutku haline gelmediği sürece gerekli. Yeni olmak zorunda değil ama temiz olmak zorunda. Şık ve uyumlu olmak zorunda.

Vakit: Hala vakit varken üretmeli. Vakit varken hayallerin peşinden gitmeli. Vakit varken ertelemek niye ! Tembellik niye !

Sağlıklı Yaşam: Kendini iyi hissetmek için, gençlik için, enerjik bir yaşam için, her şeyin başı olan sağlık için…

Şükür: Kendinden yüksek olana değil, kendinden aşağıda olana baksa insan ne çok şükrederdi kimbilir.  Sağlığa şükür, gençliğe şükür, yatağında ölüm bile şükür sebebi aslında…

Hedefler: Hayatı doğru yaşayabilmemiz için her gün kendimize hatırlatmamız gereken… Yolu bulabilmek için, yolda kaybolmamak için…

Sevmek: Kalbin, ruhun gıdası... Önce özünü, sonra sana verilen hayatı sevmeli. Ve sonra yanındakileri, yanında olmak isteyenleri... 


Sevilmek: Huzurun başlangıcı… İnsanın ekmek gibi, su gibi birincil ihtiyaçlarından.

Dua: Terapi, Her şeyin güzel olacağına sonsuz inanç duyabilmek için... İnanmanın manevi gücünü ve lezzetini tadabilmek için...





13 Haziran 2016 Pazartesi

İLETİŞİMİ ANLAMAK

“Gösteri, gösteriş ve teşhirciliğin egemen olduğu; sürüleştirilen modanın bireysel tercih sanıldığı; çıkar ilişkilerinin özü tanımladığı; şiddeti ve vahşeti yaşatanların şiddeti ve vahşeti kınadığı; kötünün, yanlışın ve sahtenin iyiyi, doğruyu, gerçeği tanımladığı; insanları yoksun ve yoksul bırakanların insan hakları şampiyonluğu yaptığı bir çağda yaşıyoruz.

Bu çağa uygun olarak, iletişim konusu imaj yapma, vücut dili, etkili iletişim, iletişimsizlik, iletişim çökmesi ve empati gibi moda kavramlara indirgendi. Egemen çıkarları başarılı bir şekilde gerçekleştiren bu işlevsel ve güçlü şarlatanlık, bireysel çıkar, beyin yönetimi ve gündem belirleme yoluyla okullarda bile baskın oldu. Bu kitap insanın fiziksel ve sosyal varlığını üretmesinin zorunlu koşulu olan iletişimi incelerken bu baskın sahteyi ve toplum gerçekliğini irdelemektedir.


Okuyucu, bildiği sandığı yaşananı ve tanımadığı kendini bulacaktır okurken, şaşıracaktır.”

Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN   

Üniversitemiz Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin  şüphesiz en kaliteli öğretim üyesiydi Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN. Gerek siyasilerin, gerek kurumların ve gerekse kişilerin Halkla İlişkiler çabalarını, bugün anlatılan popüler şekliyle değil, kapitalist sistem döngüsü içinde nasıl acımasız oyunlarla gerçekleştirdiklerini tüm çıplaklığıyla gözler önünde sererdi. "İletişimi Anlamak" adlı kitabının arka kapağından alıntıladığım yukarıdaki satırlar da değerli hocamızın iletişimi ele alış biçimindeki özgünlüğünü yeterince ifade ediyor sanıyorum. Nacizane görüşüm, bu kitap iletişimi bilinen kalıpların dışına çıkarak anlamaya çalışan herkesin muhakkak incelemesi gereken bir kitap...


12 Haziran 2016 Pazar

SİNEMA ASLINDA NEDİR?

Sinema hiç görmediğiniz hayatlara uzatmaktır elinizi. Tarihin en derinine gömülmüş yaşamlara dokunmak, tutup çekmektir gün yüzüne… Gelecek zamanın seslerini işitmek ya da mevcut zamanın farklı kültürlerine ait gibi hissetmektir.

Hayata bir de başkasının gözünden bakmaktır… Hiç göremeyeceğiniz geçmişi ya da erişemeyeceğiniz geleceği içindeymiş gibi yaşamaktır. Uzanamadığın hayatlara dokunmak, unuttuğun duyguları yeniden yudumlamaktır. Oyuncuyla bir olmak onunla ağlayıp gülmektir…
Geçmişinde kalmış anılarına yürümektir mesela. Küçücük bir sahnenin içinde hatıralarında kalmış ilişkileri hatırlamak, uzun zamandır yaşamadığın güzel duyguları yaşamaktır… Eski aşklarını anımsayıp, duygulanmaktır… Ya da iş hayatının koşturmacasından ve sorumluluklarından sıyrılmak için soluğu bir komedi filminde alarak kahkaha atmaktır hayatın tüm trajik anlarına inat…

Sinema’nın her bir sahneyle izleyiciye ilettiği onlarca tema ve tattırdığı yüzlerce duygu vardır. Saygıyla bakın perdeye bu yüzden… Kahramanların giydikleri kostümlerde geçmişi arayın, oturdukları koltuklarda tarihin izlerini görün. Belki gerçekte hiç şahit olamayacağınız manzaraları görebileceğinizi unutmayın film karelerinde. İngiliz kraliyet ailesinde yetişen bir çocukla, ülkesi işgal altında olan bir çocuğun yaşam tarzındaki farklılara açın gözünüzü…

Bu yüzden ufkumuzu açar işte bu renkli perde. Bilmediklerimizi gösterir ya da asla ulaşamayacağımız hayatların içine koyuverir. Titanik’i izlerken sen de üşürsün, sevdiğinin elini denizin dondurucu soğuğuna rağmen bırakmayan film kahramanıyla ve onunla beraber boğulursun derin sulara.


Ancak hiç de kolay değil bu duyguların yaşatılması ve kültürlerin beyaz perdeye aktarılması… Tek bir sahne için günlerce düşünülür, yazılır çizilir… Aylarca araştırılmalar yapılır üzerine. İşte bu yüzden değer verin emeğe… İzleyerek destek olun kültürün en iyi taşıyıcısı olan sinema filmlerine… 

SON MODA MUTLULUK

Yeni trendleri giyim kuşamımızdan, konuşma şeklimize, bulunduğumuz mekânlardan oturduğumuz mobilyalara varana kadar hayatımızın birçok yerinde dikkatle takip ederek hayatımıza uyguluyoruz. Uygulama noktasında da hiç olmadığımız kadar titizlik gösteriyoruz.

Moda olan bir şarkıdan bi haber olmaktan, demode giyinmekten yılandan korkar gibi korkuyoruz. Ola ki es kaza birileri tarafından demode olan bir şeyi tercih etmekle suçlanıyorsak vay halimize! Moda olanın üzerimizde olan baskısı bizi toplumdan dışlanma korkusuna öylesine mahkûm etmiş durumda ki modanın girdabının içine maddi manevi sürükleniyor ve o girdapta hızla savruluyoruz.  Peki moda olanı uygulama durumu için neden mi savruluyoruz, sürükleniyoruz tabirlerini kullanıyorum? Çünkü modanın dayattıkları dışında kalan, kendimize ait güzellikleri görmezden geliyoruz. Değerlerimizi ve kendimize olan inancımızı savuruyor ve böylece savruluyoruz. Moda olanı giymezsek güzel olamazmışız gibi lanse ediliyor ve biz de bu güzelliğin kölesi olarak yaşıyoruz.

Reklamların dayattığı moda kültürü isteklerimizi ihtiyaç haline getirmeyi öyle iyi beceriyor ki hava gibi su gibi arıyoruz bize dayatılan emtiaları. Olmazsa olmazlarımız arasına koyuyoruz ve bu yüzden moda olanı almak için canla başla çalışıyoruz. Çünkü mutluluğun tek şartını; moda olanı giymek, o son model arabayı kullanmak, en son tasarım mobilyalarda oturmak sanıyoruz. Ya da öyle sanmamızı sağlıyorlar…

Mutluluğun ölçütünü bunlara sahip olmak sandığımız için ailemizden ve hatta kendimizden ödün vererek gece gündüz demeden çalışıyoruz. Ve nihayet çalışma azmimiz sonucu elde ediyoruz mutluluğu! Ta ki satın aldığımız mutluluk demode olup yeni moda olanı almamız dayatılana kadar…
Çalışarak moda olanı alıyormuşuz gibi anlatıyorum ama mutluluğun satın alma yolu olarak daha acı bir yöntemi daha var aslında. Nedir mi o? Tabi ki taksitli alım…
Sürekli üreten, ürettiğini pazarlamak için ürettiği mal ya da hizmete olmadık anlamlar yükleyerek ihtiyaç haline getirenler sağ olsun, bizleri düşünerek(!) mutluluğu satın almamızı kolaylaştıracak taksit yöntemini de üretmişler. Ancak alıcının taksitler bitmeden elindekinin demode olacağını hesaba katmayacağını da iyi bilmişler.

Birileri yeni mal ya da hizmeti bizim için üretirken biz sadece tüketiyor muyuz peki? Elbette hayır! Bizler de gerçek mutluluğumuzu tüketiyoruz. Bizler de ailemize ve kendimize ayırmamız gereken vakti moda olanı satın alabilmek için çalışmakla harcıyoruz. Harcarken harcanıyoruz… Peki çözümü nedir mi?


Unutmayın bizler özümüzle değerliyiz;  giydiklerimizin markasıyla, modasıyla, kullandığımız son model arabalarla değil… Gerçekte sizi mutlu edecek olansa satın aldıklarınızla elde ettiğiniz mutluluk değil, özünüzdeki değeri açığa çıkardığınızda elde ettiğiniz mutluluktur. Üstelik bunun takside de bedel ödemeye de ihtiyacı yoktur. Sadece gereken biraz daha bilinçli ve duyarlı olmaktır …  

YENİ KAOSUMUZ SOSYAL MEDYA

Medyanın kitle iletişiminde olan etkisi elbette tartışmasız bir gerçek. Fakat yıllardır 4. Güç olarak nitelendirilen medya, bugün etkin mecra alanı açısından boyut değiştirmiş durumda. Eskiden kitle iletişimini sağlayan TV’nin renkli dünyasının büyüsüne kapılmış insanlar, bugün artık internet üzerinden kurduğu ya da kurguladığı profillerine bağımlı yaşıyor. Yalnızca kişiler değil, kurumlar da sosyal ağlar üzerinde kullandıkları profilleri ile kurumsal kimliklerinin altını çiziyor. Tabi altını çizmek isterken üstünü çizmesi de pek âlâ mümkün.

Sosyal medya derken aslında kontrolsüz bir iletişim sürecinden söz ediyoruz. Herkesin bilgiyi; kolay, hızlı ve doğru ya da yanlışlığı kimse tarafından sorgulanmadan paylaşabildiği bu sosyal mecralar çoğu zaman iletişim hatalarıyla dolu. Bilgileri kimsenin denetlemesine gerek kalmadan paylaşan kişiler, asparagas haberlerle bu mecralarda gündem belirleyici pozisyonunda olabiliyor. Hâl böyleyken birileri kişisel olarak adınızın ya da ait bulunduğunuzu kurumun ismini sosyal ağlarda yerden yere vuruyor veyahut övgülerle yere göğe sığdıramıyor olabilir. Bu yüzden eğer kamuoyu tarafından nasıl algılandığınızı önemsiyor ve buna yönelik bir takım çalışmalar yürütüyorsanız, bu kanallar nezdinde de iletişiminizi yönetmeniz de fayda var.

Siz kurumunuz için olağanüstü projelerle ses getirmeyi planlarken, proje dâhilinde çalışanların sosyal medyadaki takipçilerine fısıldayacağı bir yanlışınız bir anda başarılı sonuçları olabilecek projenizden çok, hatanızın konuşulduğu bir gündem oluşturabilir. Artık itibarınızın güçlenmesi ya da sönmesi mevcut düzende işte bu kadar kolay.

Eğer bir gün iş toplantısı için erkenden gittiğiniz bir mekânda eskilerden bir arkadaşınızla karşılaşırsanız, arkadaşınıza orada oturup kahve içmeyi teklif etmeden önce bir kez daha düşünmelisiniz. Malum, yeni medya düzeninde dedikodunun online hali söz konusu. Ola ki orada kahve içme gafletine(!) düşerseniz siz henüz kahvelerinizi bitirmemişken, sizi gören herhangi bir kişi, sosyal ağlardaki takipçileriyle bu durumu görüntüleriyle beraber paylaşarak dedikodunuzu çoktan tüketebilir. Çünkü sosyal medya siteleri, gerçek ve lüzumlu bilgi paylaşımı açısından işlevselliğinden çok, dedikoduyu etkinleştiren bir araç konumunda. Artık kişi ya da bir olaya dair edilen dedikodular ağızdan ağza değil de online ağlar üstünde aleni olarak yapılıyor.

İşte bu yüzden gerek kurumsal kimliğinizi gerekse kişisel algınızı yönetmek adına çalışıyor ve yıl içinde faaliyete geçirmek istediğiniz güzel işlerin iletişim planlarını özenle yapıyorsanız, sosyal medyanın etkinliğini de göz ardı etmemelisiniz. Bu mecralara yönelik profesyonelce gerçekleştireceğiniz iletişim çabalarınız, sizlere hem maddi hem de manevi olarak güzel kazançlar sağlayacaktır. İhmaliniz ise büyük kayıplara sebep olabilecektir. Sosyal medya dediğimiz dünya, işte bu kadar ince bir çizgiyle birbirinden ayrılmış olan fayda ve zarar kavramını bünyesinde barındırıyor.
Mc Luhan’ın medyaya ilişkin çarpıcı tespitiyle mevzuyu sonuca bağlamak istiyorum. "Benliğimizi tümüyle medya teslim aldı. Kitle iletişim araçları kişisel, siyasal ve ekonomik hayatımızı öylesine yaygın biçimde etkilemektedir ki; ilişmedikleri, dokunmadıkları, değiştirmedikleri hiçbir yanımız kalmadı."

Aman dikkat!

ŞİMDİ İMAJ YÖNETME ZAMANI…

Kurumsal iletişim, şirketlerin ve kurumların en temel yönetim fonksiyonlarından biri. Şirketler artık bazı gerçeklerin farkında. ‘Ne üretirsem satarım’ söylemi artık çok eskilerde kaldı. Sermaye sahipleri bunu yaşayarak tecrübe etti. Şimdilerde ürettiğini satmak için birçok unsurun bir araya gelmesi gerekiyor. Kaliteli üretim elbette şart ama o kaliteyi sunabilmek ayrı bir meziyet ve onu sunabildiğiniz ölçüde varsınız. Ürününü pazarlarken kendi itibarını da pazarlamanın zorunluluk olduğu bir dönemdeyiz. Haliyle piyasayı yönetenler aslında itibarını da yönetmeyi bilenler.
Piyasada var olan sermaye ya da fikir sahibi, ürettiğini önce iletişim dünyasına sunarsa pazarda alıcı bulabiliyor ya da kabul görüyor. Kimse artık doğrudan doğruya pazara giremiyor. İş dünyası iletişim dünyasına mecbur hale geliyor. Üretici karşısında tüketici bulabilmek için, sunucu alıcıyla buluşmak için aracılara ihtiyaç duyuyor ve işte burada da imaj yönetimi kavramı doğuyor.
Peki, nedir bu imaj ya da başka bir ifadeyle itibar yönetimi? İmaj görünüş biçimiyse eğer bunu nasıl yönetebilirsiniz? İmaj, aslında sizi siz yapan her şeydir. Sizi siz yapan görünüşünüz, ses tonunuz, kurduğunuz cümleler, cümle kurarken seçtiğiniz kelimeler, yaptığınız iş ve o işi yapış biçiminiz vs. hepsi imajınızın bir parçası ve bu parçalardan oluşan bütününüzle siz kazanabilir ya da kaybedebilirsiniz. İmajınızı doğru yönetemezseniz piyasadan silinip gider, eğer yönetebilirseniz de sektörde söz sahibi olursunuz. Çünkü imajınız karşı tarafta oluşturduğunuz algı biçimidir. Ve bu algı size itibar kazandırır ya da itibar kaybettirir.
Söylemek istediğiniz şeyi ifade ediş biçiminiz karşı tarafta bıraktığınız algıda en önemli unsurdur. Ancak herkes iyi konuşmak ya da iyi yazmak zorunda değildir. Kimse artık kendini aracısız sunmuyor. Yapılan işleri sizler tek cümleyle söyler geçerken bunu ballandıranlar süsleyerek ifade eden profesyoneller var.
İtibar yönetmek asla tek kişilik bir iş değildir. Profesyonellikle beraber ekip işidir. İşçileriniz ve kullandığınız makineler olmadan üretim yapamadığınız gibi tek başınıza da itibarınızı yönetemezsiniz. Medya aracısız itibarınızı sunamaz, kitlelere ulaşamazsınız. Büyük yatırımcılar ve kurumsal yöneticiler ya da kurum imajı, bu itibar yöneticilerine ihtiyaç duyar. Herkes iyi işler ortaya çıkarabilir, ancak bu iyi işlerden yalnızca bazıları satar ya da başarılı olarak addedilir. Her zaman kazanan kendi imajını iyi konumlandırıp, sunabilenlerdir.

Özetle bir kurum yalnızca üretici ve yöneticileriyle var olmuyor artık. İster özel ister kamu kuruluşu olsun tümünün itibar yöneticilerine ihtiyacı var. Üretilen ister fikir ister bir meta olsun, üretim yapan ister yalnızca bir kişi isterse şirket olsun üretimin gerçekleştiği süreçle eş zamanlı olarak hedef kitleyle ilişkilerin yönetimini gerçekleştirecek, imaj/itibar yöneticilerine ihtiyaç var. Bu süreç iki tarafın ortak akıl paydasında yürütülmesi gereken bir süreç. Başarı, kazanç ve bu iki öğede istikrarın yolu, doğru aracılarla kamuoyunda güçlü imaj oluşturmaktan geçiyor.